Birkaç gün sonra imzalanmasının 101. yıldönümünü idrak edeceğimiz Lozan Barış Antlaşması’nı resmi tarih perspektifinden anlamak mümkün değildir. Onu ancak Birinci Dünya Savaşı’nın başından, yani 1914 yılından itibaren başlayan bir paylaşma sürecinin son ama nihai olmayan bir halkası olarak görürsek mana kazanacaktır.
“Son ama nihai değil” dedim, zira Batı’nın dünyayı ve zenginliğini paylaşım ihtirası Lozan’da nihayete ermiş değil. Bir sezon kapandı sadece, başka sezonlar başladı. Biz “Yurtta sulh, cihanda sulh” demeye devam ededuralım, dünyamızda bugün dahi devam ediyor işgal sezonları. Son bir asırdır kimler nereleri işgal etti, bir bakın, anlarsınız demek istediğimi. Amerika’nın Irak ve Afganistan, Rusya’nın Kırım ve Donbas, Ermenistan’ın Karabağ, İsrail’in Gazze işgallerini gözünüzün önüne getirin, yeter.
Demek ki Kemalistlerin Gazi’ye izafe ettikleri ama bugüne kadar ona ait olduğunu kanıtlayamadıkları “Yurtta sulh, cihanda sulh” sözü biz uslu durursak herkes uslu durur manasına gelmiyor. Su değil, sü, yani asker uyur, düşman uyumaz çünkü.
Geçenlerde Milli Savunma Bakanımız Hulusi Akar’ın hatırlattığı gibi “Hazır ol cenge ister isen sulh u salâh”. Türkiye nihayet bu makul faza geçmiştir ve Üçüncü Dünya Savaşı senaryolarının havada uçuştuğu bir dönemde en isabetli yaklaşım budur.
Özetle 24 Temmuz 1923 tarihinde İsviçre’nin Lozan şehrinde imzalanan Lozan Muahedenamesi Birinci Dünya Savaşı ile başlayan paylaşım sürecinin bir safhasının sonudur.
24 Temmuz’da Osmanlı Devleti’nin parçalanması hukuken tamamlanmış ve bu parçalanmayı kabul eden TBMM Hükümeti ile bir antlaşma imzalanmıştır.
Siyahla vurguladığım kelimeler ilginizi çekmiş olmalı: Osmanlı Devleti ve TBMM Hükümeti.
Topraklar resmen Osmanlı Devleti’ne aitti ama antlaşma bir devlet ile değil, bir hükümetle, yani 1920 yılında Ankara’da kurulmuş olan Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ile imzalanmıştı.
Toprakların sahibi Osmanlı Devleti idi ama müzakereler Ankara’daki hükümetin temsilcileriyle yürütülmüştü.
Bu işte bir gariplik yok muydu?
Hakikaten sözkonusu topraklar hangi devlete ait ise müzakereler onunla yürütülmeli ve yine onun imzasıyla başkalarına devredilmeli değil miydi?
Ama öyle olmadı, bir devletin toprakları onun içinden çıkan ama onunla yolları ayrılan bir hükümetin temsilcilerinin imzalarıyla İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan vesaireye devredildi.
Peki bu benzeri nadir görülen süreç nasıl işledi?
Hadiseye yakından bakarsak meraklı bakışlarınız cevaplarını bulacaktır ümidindeyim.
Saltanatın kaldırılması ve…
Hadiseler birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Hüda-i Nabit gibi ele alamazsınız onları. Tarihin bir mantığı vardır. Çetin Altan diye ateşli bir solcu yazar vardı, ikide bir olayları saçma, aptalca, salakça gibi terimlerle yerden yere vururdu. Asla saçma olan da, aptalca ve salakça olan da benim düşünme tarzım olamaz mı? diye sormazdı.
Hep haklı çıkma ve bunu sağlamak için karşısındakini suçlama alışkanlığı var aydınımızın. Kolayına öyle geliyor da ondan. Kolayımıza geldiği için hüküm veriyor ve işi bitiriyoruz. Oysa düşünmek zahmetli iştir ve başkalarını suçlamak yerine kendini sorgulamayı gerektirir.
Bu olay saçma görünüyorsa yanlış düşünen ben olamaz mıyım?
Bu temel soruyu kendisine sormayan birinin aydıncılık oynaması kadar komik bir sahne tasavvur olunamaz. Kafamız basmıyor olamaz mı? Basmıyor da nitekim. Çünkü bilmiyoruz işin iş yüzünü. Bilmediğimiz için yorumlarımız da tabii ki karavana olacak.
Lozan’a dönersek onun da mantık ve ihata zincirinden uzak, safça bir yaklaşımla değerlendirildiğini görürüz.
Lozan görüşmeleri sürecinde yaşananlar bilinmezse bazı olaylar havada kalacaktır ister istemez.
Netleştirelim mi manzarayı:
Mudanya’da mütarekename imzalandı. Bir barış antlaşması imzalanması için beklemeye başladık. Nihayet koro şefi İngiltere biz İzmir’de yapılsın desek de müzakerelerin Lozan’da yapılmasına karar verdi. Kabul ettik. Lozan’a hem Osmanlı Devleti, hem de Ankara Hükümeti temsilcileri davet edildi. Öyle ya, toprakların resmen ait olduğu devlet Osmanlıydı. Kıyamet de buradan koptu. Türkiye’nin tek temsilcisi Ankara Hükümeti olmalıydı.
İlk hamlede saltanat kaldırıldı, hemen arkasından Osmanlı Devleti’nin tarihe karıştığına dair bir kanun çıkarıldı. 30 Ekim 1922 tarihli ve 307 nolu karar metninin aslı şöyleydi:
“Osmanlı İmparatorluğunun münkariz (yıkılmış) olduğuna ve Büyük Millet Meclisi Hükümeti teşekkül ettiğine ve yeni Türkiye Hükümetinin Osmanlı İmparatorluğu yerine kaim olup onun hududu millî (milli sınırlar) dahilinde yeni vârisi olduğuna ve Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’yla hukuk-i hükümrani (egemenlik hakları) milletin nefsine (kendisine) verildiğinden İstanbul’daki Padişahlığın madum (yok) ve tarihe müntakil (intikal etmiş) bulunduğuna ve İstanbul’da meşru bir Hükümet mevcut olmayıp İstanbul ve civarının BMM’ye ait ve binaenaleyh oraların umum idaresinin de BMM memurlarına tevdi edilmesine ve Türk Hükümetinin hakk-ı meşruu (meşru hakkı) olan makam-ı Hilâfeti (Hilafet makamını) esir bulunduğu ecnebilerin elinden kurtaracağına karar verildi.”
Bunun hemen ardından, 1 Kasım’ı 2 Kasım’a bağlayan gece 308 nolu bir karar daha çıkarılmış, orada açıkça Osmanlı Devleti’nin yok olduğunu ve yerine Ankara’da BMM kurulduğu ve Misak-ı Millî sınırları dahilinde Osmanlı Devleti’nin yegane meşru otoritesinin BMM olduğu vurgulanmış ama Hilafetin de Ankara hükümetinin elinde bulunduğu açıkça belirtilmiştir: “Türkiye Devleti Hilafet makamının dayanağıdır.”
Kim gidecek?
Böylece TBMM Osmanlı Devleti’nin hükmî bir şahsiyeti kalmadığını, tarihe karıştığını ilan ettiği bu iki kararla tek yetkili hale gelmiş ve İsmet Paşa riyasetindeki heyeti Lozan’a göndermişti.
Gerçi Lozan’daki otele gidince bir şok beklemekteydi İsmet Paşa heyetini. Kimsecikler yoktu ortalıkta. Haber de vermemişler, not bile bırakmamışlardı. Neredeydi bu müzakere edeceğimiz âdemler?
Ne yazık ki kimse bilmiyor, heyetimiz de öğrenmek için çalmadık kapı bırakmadığı halde eli boş dönüyordu her eşikten. Sonunda resepsiyona sormayı akıl ettiler. Görevli, ilgili ülkelerin konaklamalarını bir hafta ertelediğini söyledi. Ardından Fransa’ya telefon açtılar. Gerçek o zaman anlaşıldı. Meğer İngilizler seçim yapılacağı için konferansı kafalarına göre ertelemiş, ilgili ülke temsilcilerine haber verdikleri halde toprağını bölüşecekleri Osmanlı Devleti’nin yerine kurulan TMBB Hükümeti temsilcilerini bilgilendirme ihtiyacını bile duymamışlardı.
Skandal diye buna denirdi ve hakikaten milli bir heyetin bu ağır hakaret karşısında trene atlayıp dönmesi gerekirken İsmet Paşa bu aşağılamayı sineye çekti ve heyetten kimi Fransa’ya gidip diplomatik muhitleri kolaçan etmeye koyuldu, İsmet Paşa’ya da Leman Gölü’nde kayıkla kürek çekip hatıra fotoğrafı aldırmak düştü.
Çünkü biz bir devlet olarak gitmemiştik müzakerelere. Hükümet olarak gitmiş ve devlet olma icazetini koparmaya uğraşmaya mahkûm etmiştik kendimizi. O icazet ki şimdilerde Lozan’a “Türkiye Cumhuriyeti’nin tapusu” diyenlerin dillerinde dolaşmaktadır.
https://www.yeniakit.com.tr/yazarlar/mustafa-armagan/lozana-devlet-icazeti-almak-isteyen-bir-hukumet-olarak-gitmistik-46012.html