MUSTAFA ARMAĞAN - İNÖNÜ ‘ÇANAKKALE’DE MİLLETİN KAYMAK TABAKASINI YOK ETTİK’ DEMİŞ - 17 Mart 2024 Pazar

MUSTAFA ARMAĞAN - İNÖNÜ ‘ÇANAKKALE’DE MİLLETİN KAYMAK TABAKASINI YOK ETTİK’ DEMİŞ - 17 Mart 2024 Pazar

MUSTAFA ARMAĞAN - İNÖNÜ ‘ÇANAKKALE’DE MİLLETİN KAYMAK TABAKASINI YOK ETTİK’ DEMİŞ - 17 Mart 2024 Pazar


Cumhurbaşkanlığı yaptıktan sonra Başbakanlık koltuğuna yeniden oturmuş olan tek siyasetçimiz İsmet İnönü 1963 Aralık’ında İstanbul’da eğitim gören Kıbrıslı gençlere, adadaki kanlı saldırılara tepki olarak açlık grevine başlamaları üzerine şu nasihatte bulunmuştur:

“Ne yapıyorsunuz siz, açlık grevi olur mu? Kendinizi öldürüyorsunuz. Siz bize lâzımsınız. Çanakkale’de milletin kaymak tabakasını yok ettik. Bir daha aynı hatayı yapmayız. Merak etmeyin, gerektiği zaman bu milletin Kıbrıs’a gönderecek askeri vardır.” (Kaynak: Erol Mütercimler, Satılık Ada Kıbrıs, Alfa: 2010, s. 135-136.)

Çanakkale muharebeleri moral ve ümit aşılama bakımından milletimiz üzerinde yapıcı, hatta diriltici bir etki bırakmış olmasına rağmen insan kaynakları noktasında aynı şeyi söyleyemeyiz. İnönü’nün dediği gibi Çanakkale’de maruz kaldığımız aydın kıyımı Türkiye’nin bugün dahi kurtulmaya çalıştığı darboğazın en büyük etkenlerdendir. Kıyım diyorum, çünkü iyi yetişmiş ve yetişme yolundaki bir neslin bir yıl zarfında toprağa verildiği bu muharebeler Türkiye’nin mukadderatındaki mühim bir kırılma noktası teşkil eder. 

Şöyle bir rivayet vardır: Beylerbeyi Sarayı’nda mahpus bulunan Sultan Abdülhamid’e Birinci Dünya Savaşı’na girdiğimizi haber vermişler. İlk tepkisi şu olmuş: “Eyvah! Gözbebeklerimizi kaybettik!” 

Sultanın en büyük arzusu, ülkeye savaşsız bir dönem yaşatarak nefes aldırmak ve gelecekteki insan kaynağının çeşmesini açık tutmaktı. Çünkü savaşlar devam ettiği sürece baba ile oğlun, dede ile torunun buluşması gerçekleşmeyecek, böylece sağlıklı bir toplum işleyişi mümkün olmayacaktı. Onun 30 yıllık barış dönemindedir ki, uzun zaman sonra nesiller arasındaki beşerî zincir yeniden kurulabilmişti. 

Yeterince dikkat edilmez ama Sultan Abdülhamid döneminde hatırı sayılır bir nüfus artışı ve şaşırtıcı bir ekonomik büyüme hızına ulaşılmıştır (inanmayan Prof. Şevket Pamuk’un kitaplarını okusun). Artan nüfusun bir kısmı dahi olsa yeni açılan okullarda eğitilerek modern devletin ihtiyacı olan vasıflı iş gücüne dönüştürülmüştür. 

Bir 1877 Mebusan Meclisindeki Müslüman milletvekilleri ile gayrimüslim vekillerin eğitim durumlarına, meslekî formasyonları arasındaki ilkinin aleyhine açılmış uçuruma bakın, bir de 1908 Meclisindeki duruma. İlkinde gayrimüslimler ile Müslüman milletvekilleri arasında tahsil uçurumu varken ikincisinde bu fark büyük ölçüde kapanmış haldedir. 1908’e gelindiğinde modern eğitim sisteminden geçmiş, toprağıyla bütün halinde bir devlet kavramı zihinlerine nakşolunmuş, ülkenin sorumluluğunu üstlenecek kadrolar yetişmiştir. 

Trajedimiz, Çanakkale’de Sultan Abdülhamid döneminde yetişmiş olan bu zengin kadroyu kaybetmemizdir. Bu vahim kaybın sonuçlarını biz 1980’lere kadar yaşadık, hâlâ yaşıyoruz aslında. Bugün Türkiye’de şehirleşmenin çarpıklığı, şehirli insan tipinin hâlâ oluşamaması, nesiller arasındaki kültür naklinin sağlıklı bir şekilde cereyan edememesi gibi meselelerin temelinde yetişmiş insan gücünün 10 yıllık harp esnasında kaybı yatar. 

Çanakkale elbette kurucu kimliğimizin ayrılmaz bir parçası. Şehitlerimizin başımızın üzerinde yeri var. (1958’de vefat eden Mustafa dedem de bir Çanakkale gazisiydi.) Ama yetişmiş insan kaynağı bakımından bu millete çok pahalıya patlamış bir savaştır. Nüfus tükenmesin diye evli askerlere bir günlüğüne izin verilmek zorunda kalındığını da hatırlatalım. 

Çanakkale bir efsaneymiş gibi anlatılıyor. Gerçekleri tartışamıyoruz. Tabii hamaset de lazım ama işi bir de hangi bedelleri ödediğimiz noktasından ele almak gerekir.

Vaktiyle bir yazı yazmıştım “Çanakkale’de savaşmak zorunda mıydık?” diye. Yazı bazılarının canını sıkmıştı. Çanakkale’yi adeta bir deprem gibi kaçınılmaz bir afet olarak görüyorlardı. Önlenebileceği hiç akla getirilmiyordu. 

Cumhuriyet edebiyatının güçlü kalemlerinin eğitim gördüğü tarihlere bakın, ya 1890’lar ya da 1900’lerdir. Bir kelimeyle Sultan Abdülhamid’in açtığı okullarda okumuşlardır. 

1920’lere bakacak olursak, muhalifler ya temizlendi veya marjinalleştirip susturuldu. Meşrutiyet devrinin fırtına gibi esen karikatüristi Cemil Cem, Bayındırlık Bakanı Recep Peker’e laf çarpınca neden kalemini kırmak zorunda kaldı? Keza Mehmed Akif, Refik Halid, Mustafa Sabri, Rauf Orbay, Rıza Tevfik, Adnan ve Halide Edip çifti gibi kalburüstü siyasetçi ve aydınlar neden ülkeyi terk etmek zorunda kaldı? Servet-i Fünun’un yıldızlarından Cenap Şehabeddin ve 20. asırda yetişen en büyük Türk tarihçisi Zeki Velidi Togan dışlandı. Ziya Gökalp bile 1924 Ekiminde ölmeseydi başına neler gelebileceğini tahmin etmek zor olmasa gerek.

Fuat Köprülü Harf İnkılabına itiraz etmişti, Yakup Kadri “inkılabımız 10 yılda yaşlandı” demişti ve Reşat Nuri Yeşil Gece’de şüphelerini belirtmişti. Bunlar propagandistliğin dışında kalmak için çırpınan kalemlerdi. Yahya Kemal ise sefaretlere kaçmak suretiyle selamette kalabildi.

Sonuçta meydan küçük aydınlara kaldı. Düşünün ki, Cumhuriyeti savunmak Falih Rıfkı Atay’ın kalemine düşmüştü (Osmanlı irfan hayatında ancak bir gazeteci olarak esamisi okunurdu). Hele kaleminden kan damlatan Süleyman Nazif’lerin yaşadığı yerde ona sıra mı gelirdi? 

Velhasıl Çanakkale’de geleceğin aydın nesli temizlenip, İnönü’nün dediği gibi “yok edilince” fikir hayatının cılız bir kadronun eline kalması mukadderdi. 

Peki, o göz bebeklerimizi kaybetmeyebilir miydik? 

Onları kaybetmeyip devletimizi daha güçlü bir kadroyla kurabilsek, var olanları da muhafaza edebilsek muhakkak ki daha hızlı kalkınabilecektik. 1960’lardan önce gerçekleşecek bu gelişme yolu bugüne çok daha zengin ve müreffeh bir miras bırakabilecekti. 

Çanakkale’nin bağımsızlık ateşimizin tutuşmasında son derece mühim bir rol oynadığını elbette kabul ediyorum. Ancak bir olay, getirdikleri kadar götürdükleri de hesaba katılarak değerlendirilmeli. Bunu, Çanakkale’deki Mustafa Kemal’in “Biz Arıburnu’nda bir Darülfünun gömdük” sözünden çıkarabilirsiniz. Malum, Darülfünun ismini 1933 yılına kadar üniversite yerine kullanırdık. Sadece Arıburnu’ndaki şehitlerimizin bir üniversitenin öğrenci kadrosu kadar kalabalık olduğunu düşünürseniz büyük resmin vahameti tecelli eder. Daha bunun Anafartalar’ı, Sarıkamış’ı, Kutul Amare’si, Galiçya’sı, Kanal Seferleri, Gazze muharebeleri, Filistin-Suriye bozgunu vs. var. 

Son asır tarihimizi İnönü’nün Kıbrıslı gençlere söylediği sözün ışığında yeniden düşünmeyi teklif ediyorum.

 

İnönü ‘Çanakkale’de milletin kaymak tabakasını yok ettik’ demiş - Yeni Akit