Demek yalnız kuşlar değil, harfler de kaderle uçarmış.
Son Osmanlı hattatlarından Behcet-i Arabî veya Arabîzade Mehmed Behcet Efendi, 1893 yılında Urfa’da doğmuş ve 1965 senesinde 72 yaşında vefat etmiş. Kendisi 1973 yılında kaybettiğimiz amcam Abdurrahman Armağan’ın kayınpederiydi.
O sırada Urfa’ya Gaziantep’ten misafir olarak gelen annemi Behcet-i Arabî’nin kızı Ayşe yengem babasının bağına davet etmiş. O zaman şehir dışında bir bağları varmış. Oğlu atla gelmiş götürmeye, annemin ata binmesi söz konusu olamayacağına göre oğlu beni kucağına almış, annemle yengem yaya yürümüşler kilometrelerce yolu. (“O zamanın insanları yürürdü”, diyordu annem olayı anlatırken.) Yürümüşler onlar da. Bağa geldiklerinde Behcet Efendi karşılamış, beni kucağına almış, başımı okşamış ve dua etmiş. Maşaallah filan demiş. O kadar yolu geldiklerine göre kalmış da olmalılar/olmalıyım. Yani Behcet-i Arabi Efendi ile aynı evde kalmışım. Bir gün veya belki birkaç gün…
2019 Ekiminde ahirete uğurladığımız annemin o gün anlattıklarını dinleyince sarsılmıştım. Son Osmanlı hattatlarından birinin başımı okşamış ve bana dua etmiş olması acaba bende erken uyanan ve hâlâ dinmeyen hat sanatı merakının bir erken uyarı ateşi olabilir miydi? O gün bu gündür düşünürüm.
Gözümü açtığımdan beri evlerimizde iki levha asılıydı. Biri müdevver, yani daire şeklinde, Ashab-i Kehf’in isimlerini havi bir levhaydı ama o matbuydu. Sanırım Hilal dergisinde basılmış ve 2018 Martında Hakk’a uğurladığımız babam onu kesip çerçeveletmişti.
Diğeri ve dikdörtgen olanı ise sülüs hatla olduğunu sonradan öğrendiğim La havle vela kuvvete illa billahi’l-aliyyi’l-azîm yazılıydı. “Güç ve kuvvet, sadece Yüce ve Büyük olan Allah Teâlâ’nın yardımıyladır” sözü başucumuzda durur, bize bu ezelî ve ebedî hakikati hatırlatırdı.
Hat sanatına merak saldığım dönemde babama sordum: Bu levha neden bizdeydi?
Babam onun orijinal olduğunu ve amcamla beraber Behcet-i Arabi’yi ziyaret ettikleri bir gün babama söz verip yazdıktan sonra amcamla gönderdiğini anlatmıştı. Urfa Müzesi memuru Abdurrahman amcam bir gün elinde rulo halinde bu yazıyı müjde verir gibi sevinçle bizim eve getirdiğini anlatırdı annem. (Urfalı dostum Yasin Küçük sayesinde kayınpederi hakkında bir yazı da kaleme aldığını öğrendim.)
Her ne ise, bizim evdeki tek orijinal hat levhası bu şekilde hanemizi teşrif etmişti ve biz ailece diyar diyar ve ev ev, Gaziantep’ten Bursa’ya, Bursa’da da kirada beş ev gezerken o yazı da bizimle beraber sessizce seyahat etmişti. Medine Müdafaasında Fahreddin Paşa’nın askerlerinden biri olan Behcet-i Arabî’nin levhası şimdi İstanbul’daki evimde, sevgili Ali Rıza Özcan’ın zencireği, Fuat Başar’ın ebrusu ve Ali Toy’un Laleli Camii’nin yakınındaki atölyesinde kendi eliyle çerçevelediği levhada ömrünü idame etmekte.
Yıllar sonra La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim yazılı levhanın can sıkıntısına bir kuş derman gibi uçtu, kondu yanına. İki kardeşler şimdi. O yitik kardeşin hikâyesini de anlatmalıyım muhakkak.
Beyoğlu’nun kadim sahaflarından dostum Cihan Beye (Cihangir Sahaf) yorgun olduğum bir gün çay içmek için uğramıştım. O ufacık dükkânına neler sığdırmazdı ki. Neler çıkmadı şimdiye kadar. İkinci Dünya Savaşı’ndaki bir Türk subayının paltosu bile çıkmıştı bir keresinde.
Bu defa hemen başının üstünde talik bir levha asılıydı. Talik benim ilk göz ağrım. Kalem Güzeli’ni okuduktan sonra hat sanatına merak saldığım 17-18 yaşlarımda bir talik besmele olsun yazmak için ne kadar ter dökmüştüm. Allah’tan ustasız bu işin yürümeyeceğini anlamak çok zamanımı almamıştı. Tabii Ahmet Hamdi Tanpınar’ın talik hattını anlattığı o görkemli satırların bu hat çeşidini sevmem üzerindeki tesirini de itiraf etmem lazım. Şöyle diyordu:
“Sülüs’ün, Celî’nin monümantal vakarından, Nesih’in dikkatli tahta oyuculuğundan ve sadeliğinden çok başka türlü olan ta’lik, hazlı ve hattâ mübalâğalı kavisleri, rehavetli uzanışları, kendi üzerine çekilişleri ile, çok telkinkâr sükûtların, ritmik uyanışların, hatta esneyişlerin sanatıdır. (…) Halbuki tâ’lik, bize henüz uyanmış canlı ve güzel bir mahlûk edâsı ile, hatta bir peyzaj vehmiyle gelir. Dîvânî her an yeni şekil teklif eder, halbuki tâ’lik, şeklin dağılışıdır.” (Yaşadığım Gibi adlı kitabındaki “İstanbul’un mevsimleri ve sanatlarımız” başlıklı yazısından.)
İşte Beyoğlu’ndaki o daracık sahaf dükkânında bana göz kırpan talik levhaya elim gayri ihtiyari uzanıyor ve derhal imzasına bakıyorum. Şaşkınım. Behcet-i Arabi yazıyor ama bildiğimiz imzalardan biri değil bu. Meğer hattatlar diğer yazılardaki imzalarını talik levhalarda kullanmaz, bu yazıya mahsus bir imza atarlarmış.
Heyecan basıyor, evdeki kardeşi aklıma geliyor ve neredeyse fiyatını bile sormadan kucaklayıp eve koşturuyorum. Seyrediyorum:
Altında bir de ithaf gözüme çarpıyor. Aloğlu ailesinden Mehmed Selahaddin Beye ithaf edilmiş. Yani Urfa’nın varlıklı ailelerinden birine yazılmış (iş adamı Sedat Aloğlu da bu ailedendir) ama levha sevk-i kaderle benim elimde şimdi. Levhayı fakire satan Cihan Bey “Eskimiş çerçeveyi değiştirme, böyle kalsın” dedi diye o haliyle, yani ilk günkü vaziyetiyle muhafaza ediyorum.
Ne kadar garip. Sülüs kardeşini araya araya yarım asır sonra bulan bir talik levhanın inanılması zor hikâyesidir anlattığım. Kahramanlarımızın yakışıklı fotoğraflarını burada yayınlıyor ve bir anekdotla bitiriyorum yazımı:
Behcet-i Arabî kendisine “Bu güzel yazıları nasıl yazıyorsunuz?” diye soranlara büyük bir tevazu ile “Ben yazmıyorum, yazdıran yazdırıyor. Bu sanat bana Cenab-ı Allah’ın bir lütuf ve ihsanıdır” cevabını verirmiş.
Hak rahmet eyleye.
https://www.yeniakit.com.tr/yazarlar/mustafa-armagan/iki-hat-levhasinin-inanilmasi-zor-bulusma-hikayesi-44261.html