MUSTAFA ARMAĞAN - “HİLAFET BAYRAĞI” DİYE BİR BAYRAK YOK - 04 Ocak 2024 Perşembe

MUSTAFA ARMAĞAN - “HİLAFET BAYRAĞI” DİYE BİR BAYRAK YOK - 04 Ocak 2024 Perşembe

MUSTAFA ARMAĞAN - “HİLAFET BAYRAĞI” DİYE BİR BAYRAK YOK - 04 Ocak 2024 Perşembe


Bu kadar cehaletle ancak tımarhanede yaşanabilir diyeceğim ama deliler yurdunda dahi belli bir zekâ katsayısı mevcuttur. 

Nitekim Peyami Safa şu muhteşem cümlelerle aradaki farkı vurgular:

“Delilik şüphesiz aptallıktan iyidir. Delilik var olmuş bir zekânın yok oluşudur; aptallık, var olmamış bir zekânın var olmamaya devam edişidir. Deliliğin hiç olmazsa mazisi şanlı. Aptallığın şerefli bir tarihi bile yok.” 

Tımarhanede yaşadığımızın en büyük delillerinden biri, kafamızdan “Hilafet bayrağı” diye bir bayrak icat etmiş olmamız. 

Yahu “Hilafet bayrağı” diye bir bayrak yok ki. Hatta “Hilafet sancağı” diye bir sancak da yok.

İyi de ne vardı? diyeceksiniz. 

El-cevap: “Sancağ-ı Şerif” vardı ki, o da tek bir çeşit değildi. Düz siyahından yeşiline kadar türlü türlüydü. Çağa, önemine ve yerine göre değişip durmuştu.

 

“Ulan Türk olun” diye yumruk atan, ama sosyal medya hesabında hiç Türkçe paylaşımı bulunmayan Vandal, Kelime-i Tevhid yazılı bayrağı Suudi Arabistan bayrağı sanmış da, onu haberleştirenler de Hilafet bayrağına çevirmişler de… 

Ha bu arada bilgi toplumu gibi birtakım laflar dönüyor ortalıkta. Okur-yazarlık oranımız yüzde 95’i bulmuş. Yerseniz böyle diyor istatistikçiler. 

İyi de, okuyan yok ki. X’teki paylaşımların bile üç cümlesinden ikisini okumayan bir halka okur-yazar denildiği bizde görülmüş zahir. Linkleri açıp okuyan oranı ise Bengal kaplanı seviyesinde. 

Kültürel açıdan böylesine çorak bir ülkede kaç gündür var olmayan bir “Hilafet bayrağı” tartışması yapılması gayet normal.

 

Öte yandan sancak’ın bayrak kelimesi ile aynı manaya geldiğini, ikisinin de ‘saplamak’ ve ‘batırmak’ manasına geldiğini biliyor muydunuz? 

Bayrak’ın aslı batırak. ‘Batırılan şey’ manasında. Bayrak direği yere batırıldığı için bu isim verilmiş.

Sancak da ‘saplamak’ manasında. Eski Türkçede sancmak ‘saplamak’ demek. Dilimizde yaşayan sancı kelimesi de oradan gelir. “Karnıma bir sancı saplandı” deriz ya, ondan kinaye.

Mehmet Zeki Pakalın’ın Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü’ne bakarsak sancak için “Orduların, temsil ettikleri devletin alâmeti olarak kullandıkları bayrağın adıdır” denilmiş. Eskiden sancak yerine bayrak kelimesi de kullanılırmış ama sancak tabiri daha ziyade dinî bir mahiyeti haizmiş. Araplar onlara livâ ve râyet dermiş. 

İlk İslam bayrağı mızrağa bağlanmış düz beyaz bir kumaştan ibaretmiş. Bedir gazvesine biri beyaz, ikisi siyah olmak üzere üç sancakla çıkıldığını öğreniyoruz. Beyaz sancak Mus’ab bin Umeyr’e, siyah sancaklardan biri Hz. Ali’ye, diğeri Ensardan bir zata verilmiş. İlginç olan nokta, Hz. Ali’ye emanet edilen siyah sancağın Hazret-i Âişe’nin çarşafından yapılmış olması.

İslam coğrafyası genişledikçe sancaklar da çeşitli renk ve şekillere bürünmüş. Ufakken genişlemiş ebadı, büyüklüğüyle halka daha fazla tesir etsin diye; türlü renk ve şekiller eklenmiş. Velhasıl sayılamayacak kadar çeşitli sancak ortaya çıkmış.

 

Silahtar Tarihi’ndeki bilgiye bakılırsa Yavuz Sultan Selim’in Mısır’dan getirdiği sancağın adı ukab’dır. Ukab ‘karakuş’ demektir, rengi de yeşil değil, siyahtır. Peygamber Efendimiz’in (sav) zamanında kullanılan bu sancak asırlar sonra lime lime olduğu için bazı parçaları teberrüken yeni yaptırılan üç sancağa dikilmiş, kalan parçalar da Topkapı Sarayı’na bırakılmış ki, bugün yeşil bir torba içerisinde gördüğümüz siyah kumaş parçaları bunlardır.

Osmanlı Devleti yaptırılan üç siyah sancaktan birini Padişah sefere çıktığında yanına alır, başkasını Serdar-ı Ekrem tayin etmişse ikincisi ona verilir, üçüncüsü ise Hazine’de yedek olarak saklanırdı. 

M. Zeki Pakalın dağları çatlatacak kadar mühim bir hadise anlatıyor. Dinliyoruz can kulağıyla:

“Sancağ-ı Şerife Osmanlılar tarafından büyük bir kıymet verilmiş ve bu sancak ne zaman çıkarılırsa yedi yaşından yetmiş yaşına kadar her Müslümanın onun altına toplanarak cihada iştirak etmesi farz olduğu itikadı beslenmiştir. Hattâ Topkapı Sarayı’nın Arz odası karşısındaki kapısı önüne dikilen sancağın dikildiği yere kimsenin ayak basmaması ve bu suretle hürmetsizlik gösterilmemesi için 1908 İnkılâbına kadar dikilen yerde iki süngülü asker nöbet beklettirilmiştir.” (c. 3, s. 115-116)

Sultan Abdülhamid’in iktidarının sonuna kadar bekleyen süngülü nöbetçiler İttihatçıların verdiği emirle kışlalarına gönderilecektir. Sultanın 33 yıl ‘neyi’ korumak için gece gündüz didindiğini bir kere daha anladık, değil mi? 

Ey şanlı Osmanlı! 

Senin sancağa hürmetinin yanında bizimki hürmetsizlik sayılır.