Mahir Ünal’ın, memleketi Kahramanmaraş’ta düzenlenen Kitap Fuarı’nda harf ve dil devrimlerinin (ikincisine ağırlıklı vermek suretiyle) “düşünce setlerimizi tahrip ettiğine” dair son derece makul değerlendirmesi üzerine koparılan fırtınanın nasıl sonuçlandığını görünce insanın bu ülkede vesayet rejiminin kalkmadığına inanası geliyor.
Ne oluyoruz? Bu ülkenin aydını günlük hayatının kılcallarına kadar etkisini sürdüren devrimleri eleştiremeyecek midir? Eleştiremeyecekse bu Harf İnkılabını niye yaptılar? Dillerine pelesenk ettikleri “Aydınlanma” uğruna değil mi? Aydınlanma da Kant’ın dediği gibi insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanması değil miydi? Ben aklımı bir vâsiye veya vesayetçilere emanet etmiş veya kiraya vermişsem nasıl “aydınlanmış” olacağım, söyler misiniz?
Türkiye’ye Aydınlanmayı getireceğini söyleyerek yola çıkan Kemalizm/Atatürkçülük sonunda anti-Aydınlanmacı bir gericiliğe teslim olmuş oldu. Kendi teslim oldu, yetmedi, ülkeyi de rehin almaya kalkışıyor. Buna izin mi vereceğiz?
Bir ülkede siyaset edenler kendilerince bir karar almış olabilir. Ancak bu kararı ebedileştirmeye, velev ki anayasa olsun, hakları yoktur. Değişen iç ve dış şartlar ışığında toplum daima yeni değerlendirmelerde bulunup farklı bir karar alma hakkına sahiptir. Eğer “biz onaylamadıkça karar alamaz” deniliyorsa o zaman siyaset niye var? Seçimler niye yapılır? Partiler niye kurulur? Sivil toplum kuruluşları ne işe yarar? Bilim adamları necidir?
Tek Parti rejimi 1945 yılında ABD’nin San Fransisco’dan dürtmesiyle kısmen değişmek zorunda kaldı (kendisine “son padişah” denilen İnönü’ye kalsa ebediyen devam edecekti). Gelin görün ki aradan 80 yıla yakın zaman geçtiği halde Tek Parti’nin tektipçi ideolojisi bir hayalet gibi ülkenin üzerinden ayrılmıyor. Defalarca söylediğimiz gibi Tek Parti ideolojisinin ürünü ders kitapları hâlâ okutulmakta. Hatta bazı bakımlardan İnönü devri ders kitaplarından bile geriye gittiğimizi söyleyebilirim.
Cumhurbaşkanı İnönü şahsını öne çıkarmak saikiyle de olsa tarihin normalleşmesi yolunda ciddi adımlar atmıştı. Prof. Enver Ziya Karal’ın 1945 tarihli liseler için Türkiye Cumhuriyeti Tarihi adlı ders kitabına göz gezdirince insan gözlerine inanamıyor. Neden mi? İzmir’de Yunana ilk kurşunu sıktığı söylenen Hasan Tahsin’in adı geçmediği gibi ilk kurşunu -sıkı durun- atan Türk genci neredeyse suçlanmaktadır da ondan! İnanmayanlar için cümlenin aynısını yazıyorum:
“15 Mayıs sabahı Yunanlılar İzmir’e, Rumların çılgınca gösterileri arasında çıktılar. Bu gösteriler karşısında kendini tutamayan bir Türk vatanseverinin attığı kurşun Yunanlılara önceden tasarlamış oldukları korkutma hareketine geçmeleri için vesile oldu.” (s. 15-16)
Aynı kitapta 1. Cumhurbaşkanının 8 fotoğrafına mukabil 2. Cumhurbaşkanının 7 fotoğrafı bulunduğunu söyleyeyim de tarihte “normalleşme”den neyi kasdettiğimi netleştireyim. İnönü 40’larda “denkliği” sağlamış gibidir.
Madem Harf İnkılabı’nı tartışmaya başladık, soralım: Harf İnkılabı neden yapılmıştı?
Yok Arap harflerinin öğrenilmesi zordu, yok “kargacık burgacık”tı. Cümle âlem biliyor ki, bunlar kuzuyu yemeyi aklına koymuş kurdun sudan bahaneleridir:
Bir kere kimsenin Kur’an’ın alfabesine hakaret etmeye hakkı yoktur.
Zor diye bir milletin alfabesi zorla değiştirilmez. Çin ve Japonya gibi zor olduğu bilinen alfabelerine göre sıkı bir eğitim verir ve pekala dünya lideri olursun.
Harf İnkılabında amaç, Mete Tunçay’ın dediği gibi “İslam ile bağımızın kırılması”dır.
Son olarak 94 yıllık bir itirafı beraberce okuyalım: İlk defa tamamen Latin harfleriyle çıkan 1 Aralık 1928 tarihli Cumhuriyet gazetesinin başyazısından aynen aktarıyorum:
“Düşünmeli ki bu yazı inkılâbı sayesinde aziz Türkiyemiz bir seneden az bir zaman zarfında medeniyetin ve marifetin hakiki anahtarını elde etmiş olmak noktasından tamamen Avrupaya benzeyecektir.”
Mesele “ağaç” değilmiş değil mi?