Hakikat şu ki, tarihimizi ya bilmiyoruz veya yanlış biliyoruz. Onun için sık sık gündeme getirdiğim “Neden ‘BİZ’ kör edildik? sorusunu burada bir kere daha sormak istiyorum.
Bir Arjantinli yüz yıl önceki gazetesini okuyabiliyor. Aynı şekilde bir Çinli, bir Japon, bir Rus, bir İranlı, bir Yunan, hatta bir Suriyeli de okuyabiliyor. Atalarının kullandığı alfabeyle yazılan metinleri okuyabildikleri gibi kullanılan kelimeleri yani dili de bizimki gibi uydurmacılığa kaptırmadıklarından okuduğunu da anlayabiliyor üstelik. Peki SEN neden okuyamıyorsun?
Bu sarsıcı soru üzerinde düşünelim.
Neden özellikle SEN kör edildin? Çünkü birileri senden çok fena korkuyordu. Bu milletin mayasında kontrol edemeyecekleri müthiş bir imparatorluk potansiyeli olduğunu defalarca gördüler. Haçlı seferlerinde gördüler, Selçukluda gördüler, Osmanlı tokadının acısını asırlarca tattılar. Osmanlının ‘battı, bitti’ dedikleri bir döneminde bile Kutül Amare, Çanakkale ve Gazze zaferlerimizi gördüler.
Neticede cezalandırıldık. Bir daha bu topraklardan bir Osmanlı filizlenmesin diye bu kör edilme, gözümüze mil çekilme işlemi gerçekleştirildi.
Bunları fark edebilmek için Kemalist tarihin felç edici etkilerinden zihnimizi kurtarmamız gerekir. Kendimizi ve zihinleri iğdiş edilmekte olan nesillerimizi daha doğrusu. Zavallılar yalan tarihe mahkûm ediliyor. Farklı bir şey düşünme ve yazma imkânları en kaba saba metodlarla baltalanıyor ve sonuçta sahte bir tarihle kör edilmiş nesiller bırakılıyor ortada.
İsteniliyor ki, yalnız kendi istedikleri tarih okutulsun. Böyle bir dayatma dünyanın neresinde görülmüş? Her yerde resmi tarih vardır ama resmi olmak için mücadele eden tarihler de vardır ve bunların varlığı engellenmez. Bilimde son nokta konulabilir mi? Sürekli gelişir deneye yanıla. Çocukluğumuzda 9 gezegen olduğunu biliyorduk, derken Plüton’un gezegen değil, uydu olduğuna karar verdi bilim adamları ve sayı 8’e indi. Bilim yanıldı mı? Yanıldı. Demek ki tarih de bilim katına yükselmek istiyorsa yanılgılarını tasfiye etme cesaretini göstermelidir.
Ben de çok şey istiyorum değil mi? Bilimmiş, bilimsellikmiş kimin umurunda? Onlar inandıklarına yediden yetmişe herkesin inanmasını istiyor, istiyor ne kelime, dayatıyorlar. Dayatmacı, güdümlü tarih de ne yazık ki tarih olamıyor.
Şimdi sizi resmi tarihin dışına, çok dışına götürecek keskin bir viraja giriyoruz.
Halkın tarihi
15 Temmuz’da darbeye karşı direnen milletimizin dediği olacak diye heyecanlanan bir ben miydim? Milli iradenin şahlandığı o günlerde yazdığım bir yazıya “15 Temmuz’dan sonra tarih eskisi gibi olmayacak” diye başlık atmış ve şunu eklemiştim: Artık halkın tarihi yazılmalı ve okunmalı.
Ne var ki süreç tam tersi yönde işledi ve halkın tarihi yazılıp okunacağına Kemalist devlet kadrolarının dayatması olan 1930 model tarih büsbütün hakim oldu. İleriye gidileceğine, geriye gidildi. Hatta eskiden bizimle yol yürüyenler dahi kaçak olarak öbür trenlere atladı. Ben buradayım. Zira “Demirden korksaydım trene binmezdim.” Bu kadar.
Halkın tarihi dedik. 2019 yılında kaybettiğimiz tarihçi Prof. Dr. Kemal Karpat Dağı Delen Irmak adlı söyleşilerinden meydana gelen kitabında (Timaş, 2010) halkın tarihi meselesini öyle can alıcı bir noktadan yakalıyor ki, elimden gelse bu bahsi talebelerime ezberletirdim.
Bugün Romanya’da kalmış olan Babadağ’da doğan Karpat hoca Hatça Ana dedikleri halasından dinlediklerini aktarır. Hatça Ana aile tarihini anlatır gibidir ama mühim bazı tarihî hakikatleri de sözlerinin arasından serpiştirir. Mesela asırlık bir kılıç asılı durmaktadır odanın duvarında. “Bu kılıcı nereye asarsanız asın, daima kıbleye döner” derlermiş. Bunun manasını şöyle açıklar hoca:
“Onlar kıbleye döner derken ‘biz bir şeyi savunuyorduk, bu kılıç bir şeyi savunuyordu’ manası çıkıyordu ve bize de bu felsefe işlenmişti.”
Ardından şu nefis yorumu yapar:
“Biz okula gitmiş, kitap okumuş kişiler, tarihi çok biçimlendirilmiş şekilde anlarız. Veya amaçlı olarak bize sunulan tarihi okuruz ve amaca göre anlarız. Ama halk, tarihi yaşandığı gibi anlar ve anlatır. Bunlar da tarih olur.”
Peki kaç türlü tarih vardır? Yine Kemal Karpat’a kulak verelim:
“Biz Türklerin üç çeşit tarihi vardır. Bir resmi tarih, iki Avrupalıların yazdığı tarih ki bu ikisi de şüphelidir. Bir de halkın zihninde kalmış tarih vardır. İşte hakiki tarih odur.”
Halkın arasında yaşayan tarihe “sözlü tarih” diyoruz ki ben de yakınlarda İşaret Yayınları tarafından 2 cilt halinde neşredilen Türkçe Ezan ve Menderes ile Minaredeki Yabancı adlı kitaplarımda sözlü tarihin bir uygulamasını yaptım. Eğer Türkçe ezan devriyle alakalı o verileri toplamasaydım bugün onlar yoktu. Tavsiye ederim okumanızı.
Hatça Ana’nın tarihi
Karpat hoca Hatça Ana’nın tarihini büyüleyici örnekler halinde önümüze koyar. “Hatça halamın anlattıklarından aklımda kalanlar yavaş yavaş canlanarak bana gerçek tarihin aslında Hatça halamın anlattıkları olduğunu gösterdi.” Bu ışıltılı cümle büyük tarihçinin tarihin engerek düğümünü çözme hamlesi olarak okunmalıdır.
Ya okuyunca sizin de benim derinden bir “Ahh” çekeceğiniz ateş böceklerinin yazdığı tarih:
“10 yaşımda çocuktum. Yağmur bizi köyden uzak tarlalarda yakalamıştı, sırılsıklam bir şekilde at arabasına doluşmuş, köye dönüyorduk. (…) Baktım etrafta ateş gözüküyor, kıvılcımlar parlıyor. Hayret içinde sordum: “Nuri Ağa, nedir bunlar?” Nuri Ağa bana dönerek:
Allah’ın şehidlerimize yaktığı kandillerdir, dedi.
Ben sarsıldım. Hâlâ o his içimdedir. Basit bir adamdı Nuri Ağa, halktan biriydi. Orada gelip geçmiş savaşları, ölenleri hatırlıyor. “Ateşböceği” deyip geçebilirdi ama halk oraya bir mana vermiş: “Bizim burada şehidlerimiz yaşıyor.”
Ya bu müthiş ânın üzerine oturttuğu nefis yoruma ne dersiniz(s. 25-26):
“Sonradan o ışıkların ateşböceği olduğunu öğrendim. Fakat bu, ateşböceklerinin ‘Allah’ın kandili’ olduğu imajı benim kafamdan silinmedi, gerçeği bildiğim halde.”
İşte size bir tarih ki bambaşka güzelliklere sahip.
Karacaoğlan’ın “Dilleri var bizim dile benzemez” mısraını şu şekilde düzenlemenin vakti gelmiştir:
Tarihleri var bizim tarihimize benzemez.