“Aynaya baktığınızda sadece yüzünüzü değil, bir müze de görürsünüz. Yüzünüz bir anlamda size aitse de ebeveynlerinizden, büyükanne ve büyükbabalarınızdan, onların ana-babasından ve daha kadim atalarınızdan miras aldığınız özelliklerin bir birleşiminden oluyor. Sizi rahatsız eden ya da hoşnut olduğunuz dudaklarınız ve gözleriniz yalnızca size ait değildir. Onlar belki birey olarak çoktan ölmüş ancak parçaları içinizde hâlâ yaşayan atalarınızın da özellikleridir. Denge duygusu, müzikal beceriler, içe kapanıklık ya da hastalığa yatkınlık gibi karmaşık nitelikleriniz bile atalarınızdan size mirastır. Geçmişi yalnız bedenlerimizde değil, her daim yanımızda taşırız.”
Böyle demiş Amerikalı antropoloji profesörü David W. Anthony At, Tekerlek ve Dil adlı kitabında.
Sizce de söylediklerinde yerden göğe kadar haklı değil mi?
Peki bir insanın yüzü müzeye benzer de milletin yüzü benzemez mi? Bir milletin yüzüne baktığınızda onun da geçmişindeki izleri görmez misiniz?
Milletin yüzü mü? O da nerede? Kim görmüş ki? diye soruyorsunuzdur muhakkak.
Milletin yüzü tarihte görünür dostlar. Tarih bir milletin yüzünü yansıtan aynadır, daha doğrusu onu ayan beyan yansıtan bir ayna olmalıdır.
Şair Arif Nihat Asya’nın deyişiyle
Yoksa şu yaprakta Yavuz
Yoksa şu sayfada Oğuz
Biz de yoğuz biz de yoğuz.
Tarih milletlere kim olduğunu ve dosta olsun düşmana olsun nasıl göründüklerini öğreten bir ayna olmalıdır daha doğrusu.
İyi ama bizim aynamız on yıllardır karartılmış, sırları dökülmüş ve çatlatılmışsa yüzümüzü nasıl olduğu gibi gösterebilecektir?
Bilelim ki aynamız olması gereken tarihin sathı harf inkılabıyla karartıldı, dil inkılabıyla ise çatlatıldı.
Hem karartılmış, hem de çatlatılmış bir ayna ile ne kendimizi doğru dürüst ifade edebilir, ne de o kanamalı dil aracılığıyla hakikatimizi görebiliriz.
Ermeniden Türkçe dersi almak
Keza hafızamıza bu onulmaz yaraları açan kurum olan Türk Dil Kurumu’nun ilk kurultayının “Dil Bayramı” olarak kutlanması da bir başka fecaat değil midir?
Neredeyse 9 asır boyunca dilimize girmiş kelimeleri acımasızca tasfiyeye kalktılar.
Neymiş? İmkân kelimesi Arapça imiş. At. Yerine ‘olanak’ı uydur.
Oldu mu sana mis gibi Türkçe.
Hakikaten Türkçe oldu mu bu kelime şimdi? Benim 9 asırdır Yunus Emre’mden Necip Fazıl’ıma, şiirinden türküsüne, deyiminden bilmecesine milyonlarca metnime girmiş ‘imkân’ım atılacak, TDK’nın baş masasında oturan Ermeni Agop Dilâçar adlı Türk bile olmayan birinin uydurdukları Türkçe sayılacak, öyle mi!
Türk Dil Matemi
Takvimlere bakılırsa 26 Eylül “Türk Dil Bayramı” imiş.
Hangi müthiş icraat üzerine bayram ilan edilmiş dersiniz? Türk Dil Kurumu’nun sitesindeki habere bakılırsa Gazi Mustafa Kemal’in katılımıyla 1932 yılında düzenlenen 1. Türk Dili Kurultayı’nın açılış günü olan 26 Eylül’ü her yıl Dil Bayramı olarak kutluyormuşuz.
Gariptir, 13 Mayıs’larda kutlanan bir Türk Dil Bayramımız daha varmış. Karamanoğlu Mehmed Bey’in 1277 tarihindeki “Şimden gerü hiç kimesne kapuda ve dîvânda ve mecâlis ve seyrânda Türkî dilinden gayrı dil söylemeyeler” diye bilenen kaynağı şüpheli fermanı (zira ilk kez olaydan 150 yıl sonra kaleme alınmış İbn Bibi tarihinde geçer), Türkçenin devlet dili olması, gelişmesi ve gelecek nesillere nakledilebilmesinde önemli bir yer teşkil etmekteymiş. Hadi bakalım, 13 Mayıs da Türk Dil Bayramı yapılmış...
Niye iki dil bayramı kutlanıyor, anlayan varsa beri gelsin. Biri Ramazan, diğeri Kurban bayramı gibi iki dil bayramımız varmış ama bu arada dilimiz mahvolmuş, o da ayrı mesele.
Bana kalırsa her ikisine de “Türk Dil Matemi” demek daha doğru olurdu. Zira Türkçenin hal-i pür-melâli ortada. İstanbul’un göbeğinde bir lise 1 öğrencisinin –anlamaktan ve kompozisyon yazmaktan vazgeçtik- doğru dürüst Türkçe okumayı bilmediği bir dönemde iki dil bayramı biraz fazla değil mi?
Bayram gelmiş neyime?
Öncelikle şu soruyu cevaplandıralım:
Türkçemiz bu bayramları hak edecek halde mi?
Evet, diyebiliyorsak mesele yok. Ama diyemiyorsak davul zurnayla bayram kutlamak yerine Türkçeyi hiç değilse 1960’lar-70’lerdeki seviyesine “çıkaracak” ne gibi tedbirler alabiliriz diye kafa yormaya başlayalım.
1970’lere kadar yaşamış olan güzel Türkçenin içinde nefes alıp vermiş biri olarak şunu söylemeye kendimi yetkili sayıyorum:
O akıcı, kıvrak, kudretli, ne anlatmak istiyorsa tam onu anlatmaya muvaffak olan Türkçe sırra kadem basmış durumda. Şu yazdıklarımı bile anlayamayan liseli öğrenci topluluğu karşısında konuşurken salonda bulunan okul müdürünün “Hocam, ne olur biraz daha basit konuşun” diye devreye girişini unutmam mümkün değil.
Namık Kemal “Çalış, idrâki kaldır muktedirsen âdemiyetten” demişti. Gücün yeterse insanlıktan idraki kaldır, diyordu ama ah ey Kemal, idrakin cenaze töreni yapılmakta, idrak kelimesininki de yanında.
İngiliz bizden daha Türk çıktı
Bir İngilizin yazdığı ve TürkçeyeTrajik Başarı: Türk Dil Reformu diye çevrilen kitabı okumanızı tavsiye edeceğim baskısını bulabilirseniz. Lakin bu kitabın orijinal ismi The Turkish Language Reform: A Catastrophic Success’tır ve doğru çevirisi “Türk Dil Devrimi: Felaket Getiren Başarı” olmalıydı.
Yazar Geoffrey Lewis’in fikrini öğrenmek için kitabından aldığım Harf İnkılabı hakkındaki şu paragrafı nazar-ı dikkatinize sunmak istiyorum:
“Alfabe değişikliğinin amacı, Türkiye’nin İslami Doğu ile olan bağlarını koparmak, içteki ve Batı dünyası ile olan iletişimi kolaylaştırmaktı.”
Elin İngilizi bizden daha net olarak çözmüş meseleyi.
Dil yaramız üzerine tekrar be tekrar düşünmek zorundayız.
Alman filozofu Leibniz dildeki her kelime için bir vatan toprağıdır der.
Dostlar: Vatan toprağımızdan her gün bir parça elimizden alınıyor ama tehlikenin farkında olan azdan az.
Kur’an-ı Kerim’in ikazıyla söylersek, “Fe eyne tezhebûn.” (Nereye gidiyorsunuz?)
https://www.yeniakit.com.tr/yazarlar/mustafa-armagan/dil-bayrami-gelmis-neyime-46646.html