Bekri Mustafa malum meşhur ayyaşlardan. Emniyet mensuplarıyla başının derde girmediği gün yok gibi. Derken tipiden gözün gözü görmediği bir kış günü Ayasofya Camii’nin önünden sallanarak geçerken –ihtimal sakalına aldanarak- cami avlusundan birkaç kişi önünü kesip ‘Hocam, n’olur cenazemizin namazını kıldır, hoca efendiler kardan gelememiş, ortada kaldı, eline ayağına düştük’ diye yalvarmış. Çaresiz kabul etmiş ama bir şartım var demiş: ‘Tabutun kapağını açın!’ Açmışlar. Eğilip cenazeye bir şeyler fısıldadıktan sonra ‘Kapatın!’ demiş. Namazı kıldırmış fakat cenaze yakınlarında bir merak. Acaba ne fısıldadı? Sormuşlar. Demiş ki:
Öbür tarafa gittiğinde dünyanın halinden sual ederlerse ‘Bekri Mustafa Ayasofya’ya imam olmuş de, anlarlar’ dedim.
Özellikle de yakın tarihimizin manzarası bu fıkradaki espriye pek yabancı sayılmaz.
Yok canım, abartıyorsun!
Öyle mi? Buyurun bakalım.
Delillerimi okuduktan sonra ‘Az bile söylemişsin’ diyeceğinize bahse girerim.
İlk misal İstiklal Marşı şairimizden gelsin.
Akif’in mektubuna sansür
Mehmed Akif’in Mısır’daki gurbet hayatında yazdığı birçok mektup var ama biri hariç bunlarda siyasî bir yorum bulmak mümkün değil. Teşkilat-ı Mahsusa’dan dostu Eşref Kuşçubaşı’na yazdığı bir mektup vardır ki, şaşırtıcı bir şekilde Ankara hakkında yorum yapmaktadır:
“Teceddüt namıyla, inkılâp namıyla her türlü ifratı bîpervâ kabul eden Ankara yârânında ebediyyen affedemeyeceğim bir şey varsa o da şudur: Bizim bu yüzler karası bahtımızı meydana çıkarmayacaklardı; insanlıktan bu kadar bînasip olduğumuzu dünyaya fâş etmeyeceklerdi. Bizi böyle bir imtihan-ı aleniye çekip de bundan beterini yüzümüze tükürtmeyeceklerdi.”
Cumhuriyet basını da Akif’in eleştirisinden nasibini alır: “Nedir o matbuatın hâli? Öyle resimler basılıyor, öyle hikâyeler yazılıyor ki bunları seyredebilmek, okuyabilmek için insanda edep denilen, hayâ denilen duygudan (devletliden) zerre kadar nasip olmamak icap eder!”
Bilir misiniz ki, 18 Mayıs 1931 tarihli bu mektup Cemal Kutay tarafından tam metin olarak yayınlanamamıştır. Tarih Konuşuyor adlı dergisinin Aralık 1964 tarihli 11. sayısında mektubu “yürürlükteki YASAK kanunlarının icabı, bazı kısımlarını noktalayarak” yayınlamak zorunda kaldığını itiraf edecekti. Mektup 2000 yılında İsmail Hakkı Şengüler tarafından Mehmet Akif Külliyatı’nın 9. cildinde yayınlanacaktır ama neden sonra!
Ziya Gökalp’i de Enver Paşa sansürledi
Garip bir tarihimiz var hakikaten. Türkçülüğün kurucusu sayılan Ziya Gökalp’in bir şiiri Turancı olduğu iddia edilen Enver Paşa tarafından yasaklanmıştı. Dahası, Türkçülük politikası güttüğü söylenen Cumhuriyet devrinin ilk çeyrek asrında Gökalp’in kitapları tamamen yasaklanmış, 1925’ten 1950’ye kadar hiçbir kitabının basılmasına izin verilmemişti.
Ziya Gökalp’in 1918 yılında Yeni Hayat adlı bir şiir kitabı yayınlanır. İçindeki “Meşihat” adlı şiir yüzünden Enver Paşa’nın emriyle kitabın bütün nüshaları toplatılır ve sakıncalı şiir kesilip çıkarıldıktan sonra piyasaya verilir. Sakıncalı şiirin varlığını ancak 1975 yılı Sosyoloji Konferansları’nda bir yabancı araştırmacı tarafından yayınlanınca öğrenebilecekti zavallı kamuoyumuz.
Böylece Ziya Gökalp de “Abdülhamid sansürü”nü kaldırmakla övünen İttihat ve Terakki devrinde yasaklanmış oluyordu.
Atsız da yasaklı
Türkiye’de en katıksız Türkçülük ideoloğu deyince ilk sırada gelen Atsız’ın Tek Parti devriyle alakalı bazı “sert” yazılarının zülf-i yâre dokunduğu için kitaplarına alınmadığını söylesem belki inanmayan çıkacaktır. Ancak bir kısmı Yeni İstiklâl gazetesinde çıkan bu yazılara Basılmayan Makaleleri başlıklı kitaplarda dahi rastlamadım. Aşağıya künye bilgilerini yazıyorum, ola ki birileri ilgilenir (sayı 41-44):
-“İçtimaî meselelerimizden: Gençlik ve ahlâk”, 27 Eylül 1961.
-“Millî şuur uyanıklığı”, 4 Ekim 1961.
-“Tarihimizi unutmayacağız!”, 11 Ekim 1961.
-“Büyük adam kimdir?”, 18 Ekim 1961.
“Gençlik ve ahlak” başlıklı yazıdan tek cümle sakıncanın ne olduğunu anlamaya kâfidir:
“Millî ahlâkın mezbahası olan bar, meyhane, balo gibi yerler Türkiye’de yasak edilmelidir. Medeniyet bunlar değildir. Bunlar medeniyetin kanalizasyonlarıdır.”
Akif, Gökalp, Atsız… Sırada M. Kemal var.
M. Kemal’e de sansür
Deveye sormuşlar, ‘Boynun neden eğri?’ diye. ‘Bu ne biçim soru, nerem doğru ki?’ diye cevap vermiş ya, bizimki de o hesap. Bu tarihin dört köşesi, hatta zemini delik deşik. Üstünü bir sürü masal örtüsüyle kapatıyorlar ama altı çürük. Böyle tarih mi olur?
1935 yılında Türkiye’ye Gladys Baker adlı bir Amerikalı gazeteci gelmiş ve Reisicumhur ile röportaj yapmış. Buraya kadar her şey normal.
Ancak Söylev ve Demeçler’in 3. cildine bakarsanız söyleşide “Ben diktatör değilim. Benim kuvvetim olduğunu söylüyorlar; evet, bu doğrudur” cümlelerini okursunuz. Oysa Salt Lake Tribune gazetesinin 23 Haziran 1935 tarihli nüshasında her iki cümle arasında şu söz daha yer alır: “And yet I am the greatest dictator.” Tabii devr-i dilara-yı Cumhuriyetin altın makası bu tehlikeli cümleyi oradan kesip çıkarmış.
Bitmedi. Daha ilginç bir örnek var sırada.
Yine Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri 3’e bakarsanız (Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yay., 1954, s. 98) M. Kemal aynı söyleşinin son cümlesinde G. Baker’a “Mesudum, çünkü muvaffak oldum” demiş.
Ne var ki işin aslı pek öyle değil. Salt Lake Tribune gazetesindeki aslında bu ifadenin devamında şu 3 cümle yer almış:
“Ve çünkü ben kendi gayretimle başarıya ulaştım. Tek bir kişi bile bana yardım etmedi, arkamda hiçbir kuvvet olmadı. Kendim için koyduğum hedefe kendi iradem ve kararımla ulaştım.”
Acaba bu 3 cümleyi Türkçeye çevirirken Başvekil İnönü veya “huzuru mutad zevat”tan birileri kırılır diye mi sansürlediler?
Hâsılı, bizzat M. Kemal’e uygulanan bu sansürler 1935’ten beri sürüp gidiyor. Söylev ve Demeçler’den Atatürk’ün Bütün Eserleri’nekadar tamamı sansürlü metinler.
İşte deşifre ettik. Bakalım bundan sonra düzeltecekler mi?
Tarihi pudralamaya meraklılardan çok şey mi istedim yoksa?