YİĞİTLİK
‘Yetmiş milyon gül dalı. Bu yurt Türk’ün öz malı, yine Türk’ün kalmalı, diyen yiğit dilleriyiz.’ Yiğitlik: Yiğit olma durumu, yiğitçe davranış, yüreklilik, cesaret anlamlarına gelir. Kahramanlık Hikayelerinden;
“Bir Yiğit” Genç teğmen albayın odasına girdiği vakit binbaşısını da orada buldu. Binbaşı, onu görünce: “Gel oğlum!” dedi.
Ve albaya dönerek: “İşte efendim, o iş için en evvel aklıma gelen yiğit. Kendisine her bakımdan güvenebilirsiniz.” sözlerini söyledi.
Albay, delikanlıyı dikkatli dikkatli süzerek: “Bana bak evlât!” diye konuştu. “Yarın sabah erkenden düşmana taarruz edeceğiz. Fakat bir gönüllü casus bize düşmanın yedek cephanesinin geçici olarak depo edildiği bir kuleyi bildiğini, istersek bize yol göstereceğini söylüyor. Kumandan paşa hazretleri bu cephanenin hemen havaya uçurulmasını emir buyurdular. Binbaşın bu iş için bana seni tavsiye ediyor. Nasıl, ne dersin, becerebilir misin?”
“Elbette,albayım.”
“İşin pek zor, pek tehlikeli olduğunu, yakayı ele verirsen kurşuna dizilmenin muhakkak olduğunu da biliyormusun?
“Elbette…Hattâ bu iş için beni lâyık gördüğünden dolayı binbaşıma minnettarım.”
“Evli misin çocuğun falan var mı?”
“Hayır, albayım, bir annemle küçük bir kızkardeşim var.” “İnşallah başarıp da selâmetle gelirsin ya, şayet gelmezsen bile onlar için merak etme… Hiç merak etme. Dinamit hakkında bilgin var mı? Lâğım tertibini bilir misin?”
“Elbette, albayım.”
“Haydi, öyleyse, Allah işini rast getirsin oğlum.”
Albay teğmenin elini sevgiyle sıktı, binbaşıya döndü:
“Haydi, kendisini kılavuzla görüştürün, lâzım olan şeyleri verin de yola çıksınlar.” dedi.
Genç teğmen binbaşı ile görüşüp onun tembihlerini de aldıktan sonra, dönmediği takdirde annesine gönderilmek üzere, bir veda mektubu yazıp teslim etti. Sonra kılavuzu —orta yaşlı bir Laz uşağı— ve gerekli malzemeyi alarak yola çıktı. Gece iyice inmiş, kuru bir rüzgâr, keskin keskin etrafı tırpanlıyordu. Teğmenin ruhu ise sıcak mı sıcaktı. Senelerden beri beklediği görev fırsatının bu kadar parlak bir şekilde doğmuş olmasından dolayı büyük bir mutluluk duyuyordu. Kılavuz ona çetrefil lisanı ile izahat veriyor; bu çevrelerde kaçakçılık ettiklerinden etrafı, yolları karış karış bildiğini, kendisine güvenmesini, hiç korkmamasını, mutlaka başarıya ulaşacaklarını söylüyordu.
Korkmak mı? Niçin korkacaktı? O sadece bir kuleyi değil bütün bir kâinatı havaya atacak kadar ruh kaynaması ve iman ateşi ile doluydu. Okulda tarih derslerinde bozgun ve yenilgi bahislerinde ruhu hep böyle bir emelle sızlamamış mıydı? “Ah bana da bir görev sırası gelse!” diye çırpınmamış mıydı? Savaş daha yeni başlamış olduğu halde, ümidinin pek üstünde olarak, kader bütün arkadaşları arasında yalnız kendisine böyle kutsal bir görev için tebessüm etmişti. Memleketine, milletine böylesine faydalı olmak ihtimali ortada iken şimdi neden ve ne için korkacaktı? Onda Türklüğün geleceği hakkında sonsuz bir zafer ümidi vardı. Ona göre Türklüğün bugünkü ideali sadece görevini yerine getirmek değil, bütün dünyanın hayran kalacağı yeni kahramanlıklar icat etmekti. Yüzyıllardan
beri türlü haksızlıklar ve musibetlerle ezilmiş olan milletinin alnını yeniden göklere yükseltmekti. İçinden: “Ama bunun için fertler feda olacakmış, varsın olsunlar. Millet geliştikten, ilerledikten, yükseldikten sonra Ötesinin ne önemi olur?” diye düşünüyordu.
Bir saat kadar yürüdükten sonra kılavuz onu bir ormana soktu. Bir buçuk saat kadar da ormanda yürüdüler. Sonra ormanın kenarındaki fundalıklı bir bayırdan tırmanarak bir tepeye çıktılar. Sınıra yaklaşıyorlardı. Kılavuz ona çok sarp bir yarın gövdesinde kaçakçıların yapmış olduğu merdivenimsi pek gizli bir geçitten geçerek sarp sınırı aşacaklarını, böylece sınır karakollarının tehlikesinden kurtulacaklarını söylemişti. Şimdi bu yarın önünde idiler. Bin bir zorlukla, her saniye ayakları kayıp paramparça olmak tehlikesinin pençesinde kıvranarak, çalıların çırpıların yardımıyla, dik merdivenlerden çıktılar. Tepeye vardıkları vakit kılavuz, öbür tarafta vadinin karanlıkları içinde tek tük ışıldayan birkaç ışık gözü göstererek: “işte oraya ineceğiz… Fakat nöbetçi kollarına rastlamamız ihtimali vardır. Aman dikkat!..” dedi.
Artık tam bir ihtiyatla, iki dakikada bir durup yanı yöreyi dinleyerek yürümek lâzım geliyordu. Yirmi dakika kadar da böylece yürüdüler. Birden kılavuz heyecanla onun kolunu tuttu: “Aman, yere yat…” diye fısıldadı. Hemen yere uzandılar. Yanlarında taş kümeleri vardı. Onların bir kenarına büzüldüler.
Yirmi beş metre kadar uzaktaki yoldan bir kol geçiyordu. Kol geçip gitti. Artık tepelerde kollara tesadüf etmek ihtimali bulunan yoldan değil, dört ayak yürüyerek fundalıklar arasından inmek gerekiyordu. Hayli vakit de böyle geçti. Bir an oldu ki kılavuz durarak, elli metre kadar ötede bir bina gösterdi: “işte orası!” dedi. Beş on dakika, uzaktan binayı incelediler. Bu büyük bir kaya üzerinde inşa edilmiş yüksek bir şeydi. Sürüne sürüne daha yakınına vardılar. Her köşesinde bir nöbetçinin bulunduğunu gördüler. Nöbetçilerden her biri bir boydan bir boya gidip gelerek görevlerini büyük bir dikkatle yapıyorlardı. Ancak bu gidiş gelişler muntazam değildi. Yani her seferinde birbirleriyle karşılaşmıyorlardı.
Teğmen hemen tertibi kurdu. Şimdi bir köşeye yaklaşacak, oradaki nöbetçinin, yalnız olduğu bir sırada, üzerine atılacak ve sesini çıkartmadan işini bitirecekti. Bu iş olunca öteki yandakinin sesini kesmek nispeten daha kolay olacaktı. Böylece nöbetçiler ortadan kaldırılınca köşelerden birine bombayı koyup ateşlemek işten bile değildi. Şimdi nöbetçiye beş adım yaklaşmıştı. Onun tam yalnız bulunduğu bir saniyede elindeki bıçağı gırtlağına daldırmak bir anlık bir iş oldu. Bu bitince bin bir ihtiyat ve dikkatle öteki nöbetçileri de aynı şekilde gırtlakladı. Hemen köşenin ayak tarafındaki taş basamaklara basıp kulenin ilk katı hizasına yükseldi. Orada yoklaya yoklaya eliyle bulduğu mazgala, tıpası on dakika üzerine kurulmuş bombayı koymak ve sonra uzaklaşarak ileride bekleyen kılavuzun yanına varmak için yarım dakika yetti.
“Çabuk, çabuk olalım…” dedi. İkisi de, geldikleri gibi, yüzükoyun uzaklaştılar.
Ah şimdi, şimdi, cehennemi andıran bir ateş sütunu, bir yanardağ patlayışı gibi, havaları yıldırımlarla yakıp tutuşturarak, belki bütün kâinatı gök gürleyişi gümbürtüleriyle sarsarak yükselecek darbeyi bekliyordu. Fakat dakikalar geçip hiç bir ses şada çıkmadığını görünce derin bir endişeyle harap olmaya başladı. Demek ki tıpa ya iyi işlememiş yahut da koyduğu bomba düşman tarafından bulunmuştu. Tıpanın işlememek ihtimali binde beş derecesinde olduğuna göre asıl korkulacak ihtimal onun koyduğu yerin düşmanlarca fark edilmiş olmasıydı. Eğer böyleyse ve kaldırılmışsa demek etraf velveleye verilmiş olacaktı. Kılavuz: “Aman, öyleyse çabuk, çabuk uzaklaşalım!” dedi. Kahrından içi içini yiyerek uzaklaşmaya başladı. Fakat niçin, niçin bu işi başaramamıştı? O kadar tehlikeleri aşıp buraya kadar yaklaştıktan sonra böyle hiç bir “Ya sahiden tıpa işlememişse?” diye soran bir burgu sanki içini delmeye başladı. Demek ki bu kadarcık bir işi beceremeden geri dönecekti? Hiç olmazsa yeniden ateşlemek gerekmez mi? Fakat… Fakat yakalanmak ihtimali var, değil mi? Ah, demek ki korkuyordu! Bugün ki, geleceklere gurur verecek yüce fedakârlıklar yaparak ebedileştirecek bir gündü ve işte kendisi demek ki korkuyordu; görevini tamamlamadan geriye dönüyordu! Kendinden iğrenir gibi oldu. Silkindi, durdu: “Hayır, hayır, ben
döneceğim, tıpanın niçin işlemediğini mutlaka anlayacağım…” dedi. Kılavuzun ısrarını, yalvar-yakarını dinlemeden onu orada bırakıp döndü. Tekrar kuleye yaklaştığı vakit orada büyük bir hareket ve telaş olduğunu gördü. Şüphesiz bu işi yapanı arayıp yakalamak için süvari kolları hazırlanıyordu. Derin bir elem içinde: “Eyvah..” diye inledi. Fakat bu “eyvah” kendisini düşündüğünden, yakalanmak ihtimalinden ileri gelmiyordu. Hiçbir şey yapamamış olmasının verdiği eziklik onu bitiriyordu. Bu kadar beceriksiz olduğu için kendi kendisine lanet ediyordu. Öylesine bir üzüntüye kapılmıştı ki artık yakalansa da kendisi için bunun hiç bir önemi yoktu. Memleketine ve milletine bu kadarcık bir hizmeti olsun yapamadıktan sonra artık yaşamasının ne manası kalıyordu? Araştırma kolları on dakika sonra teğmeni yakalayıp büyük rütbeli bir subayın yanına götürdüler. Bu subay kötü bir Fransızca ile onu sorguya çekti. Teğmen işini asla inkâr etmedi. Nöbetçileri kendisinin öldürdüğünü, dinamiti kendisinin yerleştirdiğini itiraf etti. Yalnız, başka arkadaşı olup olmadığını sordukları vakit kılavuzu olsun takip edilmekten kurtarmak için buraya tek başına gelmiş olduğunu söyledi.
Subay, kapının dibinde ayakta bekleyen öteki iki küçük rütbeli subaya bir şeyler söyledi. Onu alıp dışarı çıkardılar. Avluda yüksek sesle emirler verildiğini işitti. Onu bir kapıdan çıkararak bahçeye götürdüler. Oradaki subaylardan biri kendisine bir mendil uzattı. Bunu görünce işin ne olacağını anladı. Ve mendili elinde tutarak ciddi ve metin bir halde ayakta bekledi. Ve el fenerinin uğursuz aydınlığında bu uğursuz işi süratle bitirip çekilmek isteyen Moskof subayları, tüfekler patladığı vakit genç Türk subayının: “Yaşasın Türklük!..” Diye haykırarak yere düştüğünü gördüler...
Mehmet RAUF