Adım Masum, soyadım ABDULLAH ZADA. Aslen, etnik köken olarak Tacik’im. Afganistan ellerinin Pençşir şehrindenim. Pençşir, Afganistan’ın en güzel şehirlerinden birisidir ve Pençşir Vadisi diye meşhurdur. Afganistan ile Sovyetler Birliği arasında, 1979 ilâ 1989 yıllarında cereyan eden savaşın olduğu bölgedir. Afganistan’ın Şeyh Şamil’i, Şehid Ahmet Şah Mesud’un diyarıdır. Hayalim, tanıdıklarımı Pençşir’e davet edip devasa bir ziyafet vermek ve böylelikle büyük şehidimizin mücadelesini ve muhteşem bir birliktelikle oradaki güzellikleri hep beraber seyretmektir. İçime nereden böyle bir hayal geldiyse. Her ne kadar 06 Eylül 2002’de doğmuş olsam da, iki kez dünyaya geldiğimi düşünüyorum.
Birincisi Hz. Mevlana’nın doğmuş olduğu şehirde (Belh ilinin merkezi Mezar-ı Şerif’te…), tek ana-babadan onbir çocuklu bir ailenin ikinci çocuğu olarak, Rabbim ruhumu ‘beden elbisesi’ ile dünyaya gönderdi. Benden önce bir ablam varmış, kronik bir hastalıktan ötürü, daha bebekken vefat etmiş. Ben de aynı hastalıktan nasibimi aldım, fakat Allah’ın iradesi, bugünleri görmemden yanaymış. Benden sonra da bir erkek kardeşim daha Hakk’ın rahmetine kavuştu ve bir kardeşim, senelerdir çocuk hasreti çeken amcamlara evlatlık verildi.
İkinci doğuşum, Mevlana Hazretlerinin hocasının (Seyyid Burhaneddin Tirmizî) mezarının bulunduğu, Anadolu’nun göz bebeği, Kayseri’ye geldiğimde vuku buldu.
İsmimin anlamını çocukken bir Farsça dil ve edebiyat kitabından öğrendim, “günah işlemekten korunmuş, günahsız” anlamına geliyor. Bizde bu isim pek yaygın değildir. İnsanlar daha çok kız çocuklarına, Arapçadaki dişilik ifade eden ek ile “Ma’sûme” olarak verdikleri için bu ismi çok garip görürdüm ve bazen çevremde alay edilirdim. Lakin Türkiye’ye geldikten sonra adımı daha çok sevmeye başladım. Evimizde kiracı olarak kalan bir komutan varmış. Ben dünyaya geldiğimde dedeme: “Adını Ma’sûm koyun, babasının adına (babamın adı Mansur Han) benzer olsun” demiş. Dedem (Bahadır Han) ‘hay-hay!’ deyip bu ismi bana vermişler. Soyadım: ABDULLAH ZADA. Adım gibi, soyadımı da çok seviyorum.
Ben, hem babaanne ve hem anneanne tarafından en büyük torunum. Babam lise mezunu ve şu anlık serbest meslek sahibi. Taliban yönetimi gelmeden evvel araba yedek parçaları satardı. Annem ise ev hanımı. Annem, hiç okula gitmediğine rağmen, tanıdığım en iyi doktordur. Hem annem ve hem babam kişiliğime çok derin izler ve etkiler bırakmışlar. Çocukken çok heyecanlı, dinç, meraklı, afacan, aynı zamanda kültürün ve aile ortamının etkisiyle çekingen, utangaç ve içe kapanık birisiydim. Zeka olarak fena sayılmazdım. Daha o zamanlarda bile ilgi alanlarım fazlaydı. Müzik dahil, farklı sanat dallarını ve çeşitli sporları yapmayı ta o zamandan seviyor ve hayaller kuruyordum.
Dedem nezdinde nazlı bir torun idim, benim hayatımdaki ilk arkadaşım ve öğretmenim dedemdir. Bana “refikim” derdi, ondan sebep ‘refik’ kelimesini de çok beğeniyorum. Dedemi, anne ve babam kadar çok seviyorum. Şimdi eğer oturup bu yazıyı yazıyorsam ve bunca yıl çok güzel anılar biriktirdiysem, bunun asıl sebebi ve vesilesi, başta dedemdir. Kişiliğimin oluşmasında onun rolü pek büyüktür.
Anne babamın ise fedakarlıkları her zaman film şeridi gibi gözümün önündedir ve tabii her birinin gönlümdeki yeri ayrıdır.
İlk okula başlamadan ailem beni medreseye göndermeye başladılar. Çocukluk işte. Direnerek, gitmemek için elimden geleni ardıma koymazdım. Bir keresinde daha küçük bir çocuk olduğum halde, ailem beni medreseye göndermeye çalışırken, gitmek istemeyişimin mazereti olarak “Bu hoca yanlış okuyor, aslında öyle okunmaz” dediğimi hatırlıyorum. Şimdiki aklımla o günlerime bazen kızar, bazen güler, bazen de garipserim.
Defalarca medreseden kaçtım. Ama onlar sabırla, metanet ve sebatla beni okutma isteklerinden bir an geri durmadılar. Ve onların bu kararlılığı sayesinde Kur’an okumaya başladığımda, bir baktım ki, kısa zamanda hocamın yanında oturmuşum ve öğrencilerin derslerini dinler ve derslerini verir hale gelmişim. Cüz okumaya başladıktan sonra öğrenme konusunda zorluk çekmediğimi farkettim. Konuyu kolay bir şekilde öğrenip hemen mantığını çözüyordum. Kur’an okumaya başlamıştım ve ailem çok mutluluk duydu. Seneler sonra hafızlık yaparken hocamız bazı öğrencileri hafızlık okuyanlara havale ederdi. Hocamın kendi oğulları dahil bir kaç öğrencinin dersiyle de ben ilgileniyordum.
İlk, orta ve bir buçuk sene kadar okuduğum liseninn adı Şeyh Muhammad Seddik Şahab idi. İlk okula başladığımda biraz gergin ve sessiz birisiydim. Zira sosyal yönüm, yerel kültürün etkisiyle iyice bastırılmıştı. Zamanla alıştım, ve on sene, ilkokul ve ortaokul hayatım boyunca sınıf birincisi olmayı rabbim nasip etti.
İlk okuldaki ilk hocamın adı hatırladığım kadarıyla Ferhunde Hanım idi. Daha sonra Akabur Han diye yeni bir hocamız geldi. İlk Okulda en sevdiğim öğretmenim Fevziye hocamdı. Evi bizim eve çok yakındı. Fevziye hocamla okuldan birlikte dönerdik. Yolda hocamın pazardan aldığı meyve ve sebzeleri birlikte taşırdık. Sohbet ede ede gelirdik, her gün.
Orta okulda yine aynı sınıf arkadaşlarla yola devam ettik. Zaman zaman bir başka okuldan yeni arkadaşlarımız oluyordu. Orta okuldaki öğretmenlerimizden bahsedecek olursam Vahid han Tarih öğretmenimiz Enis Kimya hocamız Gülaley matematik hocamız. Bu son iki hocalarımız kardeşlerdi. Enis hocamız kimya derslerini çok iyi şekilde anlatıyordu.
Bir öğretmen adayı olarak, tüm öğretmenlerimde gördüğüm eksiklik veya fazlalık ya da orta yolu kendime örnek bilip doğru bir şekilde hepsinin ortalaması ve daha iyi olmam için Allah’a dua ediyorum ve aldığım dersler yahut gördüğüm ibretlerden yola çıkarak daha iyi bir yol izlemek istiyorum.
Zor zamanların dostluğu daimidir. Afganistan, çetin ve zorluklarla dolu hayatların çok olduğu bir yer olmasından ötürü, arkadaşlar olarak birbirimize kol kanat gererdik. Muhammed Ramin, kardeşi Harun ve küçük kardeşi Muhammed Amin, Hasibullah Kadiri, İhsanullah, Beşir Ahmed, İmran ve daha bir sürü dostlarımın hayatta resmettikleri izler ve güzel tablolar ve o hatıralar hiçbir zaman hafızamdan silinmez.
Bugün buradaysam, bu sonuçta kendisinin payı çok büyük olan bir arkadaşımdan söz edeceğim. Şöyle: Bir gün okulda otururken yanıma geldi, sohbeti hoş, nazik ve temiz kalpli bir sınıf arkadaşım olan Lutfullah bana dedi ki:10 senedir, başarılı bir öğrencisin. Neden yurt dışı burslarına başvuru yapmazsın?” Bu sorusu ufkumu açtı. Çünkü, böyle bir durumu çokça hayal ettiğim halde, daha önce bu konuyu hiç araştırmamıştım. Kendisine, çevremde bu süreçten haberdar olabileceğim bir merci olmadığını belirttim. O da abisinin bir hocasının, başvurmak isteyenlere yardımcı olabileceğini söylerdi. İşte ta o zamandan, içimde korku ve umut arasında belirsiz, ama tatlı bir hayalin, Allahın izniyle gerçekleşeceğinin umudu uyanmıştı.
Ailem, konuyu kendilerine açtığımdan beri bu durumu sevinçle, hoşgörü ve anlayışla karşıladılar. Tabii, biz henüz ana/baba olmadığımız için, onların yüreklerinde esen fırtınlardan haberdar değiliz. Evlattan ayrılığın acısını anlatmak benim haddime değil ve beni aşıyor. Afganistan gibi bir ülkede anne ve babalar istemeseler de, çocuklarını eğitim veya iş için yurtdışına gönderirler. Ailemdeki hiçbir ferde, “seni ya da sizi seviyorum” diyemedim şu ana kadar. Çocukluktan beri kültürün etkisiyle bunu beceremedim. Anne ve babama, siz diye hitab etmeye bile geç başladığımı hatırlıyorum. Duygu ne kadar yoğun olsa da, insan bazı olayların etkisiyle hissiyatını söyleyemeyebiliyor.
Türkiye’ye gelişimle ilgili başvuru sürecim onca ‘olmaz’larla geçti. Ama içimde hep bir umut ve sevinç vardı. Hayatımda anne babamdan uzak kaldığım tek süreç Afgan-Türk okullarına yaptığım başvurunun ardından iki sınavı geçtikten sonra, üçüncü sınava hazırlanmak için hayatımda ilk kez üç gün boyunca yurtta kaldım. Nihayet güzel haber geldi. Kabul edilmiştim. Yola çıkacağım gün sabah namazına tüm ailem kalkmıştı. Amcamlar, dedem, babaannem, kardeşlerim, sabah namazını hep birlikte eda ettikten sonra Mezar-ı Şerîf’te bulunan Mevlana Havalimanı’na doğru yola çıktık. Yola koyulmadan evvel tüm hocalarımın, arkadaşlarımın ve ailemin dualarını aldım. Sürecin başta ‘olmaz’larla geçmasi gibi, gecikmelere de alışmıştım. Havalimanından İstanbul’a seferimiz gecikince, İstanbul’da da Kayseri uçağını da kaçırmış oldum. Dört arkadaş idik. İkisi Bursa, birisi Sivas ve ben de Kayseri’ye revan olacaktım. Büyük macera orada başladı. Uzun lafın kısası, İstanbul’dan yeni bilet alıp gecikmeli olarak Kayseri’ye geldim. Bu nedenle Türkiye Diyanet Vakfı (TDV)’dan gelenlerle karşılaşamadık. Kayseri’ye varalı dört buçuk/beş saat olmuştu. Kayseri şehri içinde üç otobüs değiştirmek suretiyle gece saat 21.30’da okula tek başıma varabildim. İsmi Uluslararası Şehid Ömer Halis Damir Anadolu İmam-Hatip Lisesi olan okulun kapısının önünde İmran Han ve Cavit Han abilerimle karşılaştım, elimde valizle gördüklerinde: “Afgan mısın?” diye sordular. “Evet” deyince: “Nerdesin? Sabahtan beri seni arıyoruz.” Eğer okul kapısında onlarla karşılaşmasaydım, polisi arayacaklarmış. Karşılaştığım bu abilerim de, üçüncü grup olarak beni havalimanından almaya gideceklermiş. Daha önce diğer abilerim havalimanına varıp araştırmışlar, fakat beni bulamayınca geri dönmek mecburiyetinde kalmışlarmış.
Maceralı bir günüm, böyle bir tatlı olayla sona erdi. Yurda geçtiğimde tüm Afganistan’lı abilerim benim bulunduğum odaya akın ettiler, hepsinin yüzünde bir heyecan ve bir soru vardı. Bu çocuk, tek başına İstanbul’dan, Kayseri’ye, ve oradan da okula kadar nasıl gelmişti? Kazakistan’dan çok sevdiğim abilerimden birisi olan Nur İslam abim bir keresinde: “İlk geldiğin gün, bu okulda dört senedir bu okuldasın ve burda okuyormuşçasına aşina bir halin vardı” demişti. Hakikaten öyleydi.
Sabah uyanır uyanmaz okulu ve yakın çevresini keşfetmek için dolaşmaya başladım. Ülkesinden yeni gelenleri, senelerce aynı sınıfta birlikte olacağımız abileri ile birlikte gezerken görüyordum.
Yazımın bu kısmında bir hususu belirtmek isterim, ben bu yeni mekanda ‘garip’ değilim ‘karib’im, gurbette değilim, kurbetteyim. (Kurbet, Arapçada ‘yakınlık’ anlamına geliyor). Burada, edebiyata özel bir ilgim var ama, sadece kelime oyunu yaptığım sanılmasın. Kurbetteyim ya! Burada iliklerime kadar bu yakınlığı hissediyordum.
İlk iş olarak, yeni arkadaşlarımın yardımıyla Lise birinci sınıfa kayıt işlemlerimi tamamladım. Bana, burayı tercih sebebimi “Neden Kayseri?” şeklinde soranlara: “İyi ki de Kayseri’de okudum, Anadolu irfanına ve Anadolu’ya kendimi çok yakın hissediyorum ve çok seviyorum. Anadoluyu karış karış gezip görmek dileğimdir. Tüm dünyayı gezmek ve görmek istiyorum, içimde bir ateş var, öyle bir ateş ki bana bu dünyayı dar ediyor. Hayal ettikçe bu dünyaya sığmıyacağımı düşünüyorum.” diye cevap veriyordum.
Kayseri’de okuduğum dört sene boyunca öğretmenlerimiz, müdür yardımcılarımız, okul müdürümüz, belletmenlerimiz, aşçılarımız, ustalarımız okuldaki yerli ya da misafir öğrencilerin tamamı ve hatta okulda bulunan kedi/köpek türünden hayvanlar ve kaplumbağa ile iletişim halindeydim ve onlarla ilgilenmeye gayret gösterdim. Yurdumuzun dış duvarında kocaman bir yazı vardı, “BİZ, BİR DÜNYAYIZ!” Ne zaman o yazıyı görsem içimi bir sevinç ve mutluluk kaplıyordu. “Müslümanlar ancak kardeştirler” şiarını senelerce orada yaşadık.
Çok kıymetli hocalarımız vardı. İlk hocamız geçici olarak gelen Türkçe öğretmenimiz Hatice Hocamızdı. Daha sonra Ulvi TOPÇU hocamız ile, Türkçe derslerimize devam ettik. Bu hocamız bize bir gün: “Türkçeyi iyi öğrenir ve iyi bilirseniz gülersiniz, ama öğrenmez ve bilmezseniz güldürürsünüz.” demişti. Nitekim her birimizin Türkçe öğrenme aşamasında tuhaf ve komik anılarımız olmuştur. Okulumun ilk günlerinden birinde yemekhaneye gittiğimde sırada beklerken, öğrencilerin birbirlerine “Afiyet olsun” dediklerini duyuyordum. Kendi kendime: “Bunlar hasta olmadıkları halde, neden böyle söylüyorlar? Çünkü Afganistanda hasta ziyaretlerine gidildiği vakit “afiyet olsun!” denilirdi.” Diyordum.
Daha sonra “kolay gelsin” ifadesini öğrendim. Ben ise, bunun yerine, “Allah kolay gelsin” şeklinde bir cümle kullanıyordum, ta ki abilerden birisi beni nazikçe uyarana kadar. Bir gün kantinde sıra beklerken önümde Cezayir’li kardeşlerimiz vardı. Sıraları geldiğinde kantinciye: “Abi, çilek suyu var mı?” demek yerine, “Çelik suyu var mı?” diye sorması da gülüşmemize sebep olmuştu. Yine lise macerasının sonuna geldiğimiz günlerden birinde, Arapça hocamız ile sohbet ediyorduk. Sohbet esnasında hocamız, üniversite durumlarımızı sordular. Kardeşlerimizden birisine sıra geldiğinde filan üniversite veya filan bursa “başvurdum” demek yerine “vurdum baş” deyince gülmemek için kendimizi çok zor tutmuştuk.
Okulumuzda çok sevilen ve saygın hocalarımızdan birisi Bahauddin İSLAMOĞLU idi. Kanaatimce O, Kayseri’nin en iyi Kur’an hocası idi, onda gördüğüm Kur’an okuyuş tarzını kimsede görmedim. Harflerle adeta derin bir ilişki kurmuştu. Her bir harfi çok nazik ve yumuşak bir şekilde ve tereyağından kıl çeker gibi özenle okuyordu. Kırâati, insana gerçekten derin bir huzur ve sükûnet veriyordu. Sabah namazından önce etüd yapmak işin yurda gelip, sabah namazına kadar, ders çalışıyorduk. Bu süreçte O, bana hitabeti sevdirdi. Daha ilk senede Türkçeyi öğrenme aşamasındayken bizi, içerisinde Cuma namazı kılınan ve okulumuza yakın bir ilk okula imam ve müezzin olarak gönderiyordu. Daha sonra her hafta 5 veya 6 öğrenciyi Kayseri’nin en büyük mezarlığına, mesleki tecrübe edinmemiz amacıyla cenaze yıkamayı öğrenmemiz için kendi arabasıyla götürmüştü.
Tüm hocalarımı böyle anlatsam, müstakil bir yazı olarak ele almam gerekecek. O yüzden sadece bir kaçının kısaca adlarını yazıp geçmekle yetineceğim. Ömer OCAKLI, Eyüp AKBUDAK, Ahmet BİLAL, Halil İbrahim KAT Kort tenisi hocam, Sıddık KAYA okul müdürümüz, Ümit ŞAHBAZ müdür yardımcısı idi. İsimlerini burada sayamadığım tüm hocalarımızın her birinin yetişmemizde katkıları çok büyüktür. Allah onlardan razı olsun.
9. sınıftayken mezun olmak üzere olan abilerimizin sayısı 120 kişi civarı idi. Sadece Afganistan’dan 12 kişi mezun olmuştu. Belki de bir senede misafir öğrencilerin en çok mezun olduğu dönem bu yıldı. Onlar dahil tüm arkadaşlarla samimiyet kurmaya çalışıyordum, ve çok güzel birliktelikler ve anılarımız oldu. Her ülkeden çok sevip saydığım, okulun son sınıfında olan abilerim vardı. Afganistanlı abilerimizin her biri birbirinden kıymetliydi, ama en sevdiğim abim Sirac İBRAHİMİ idi. Bir de Srilanka’dan Ömer HAŞİM… Bunlar mezun olacakları için üzülüyordum. Dönemdaşlarıma, sınıf arkadaşlarıma gelince her biri çok değerli insanlardı, Ukrayna’lı Ali Emir HÜSEYİNOV, Azerbaycan’lı Yusuf MUSTAFAYEV, İran’lı Muhammad Amin GHAFOURİ, Sri Lanka’lı Mazeer HİLMİ, Nijerli Oussama İDİ ABBAS, Irak’lı Ömer İmad Jamil, Çeçenistan’lı Maga, Pakitstan’lı Ahmet Cani Cavit, Endonezya’lı Abdullah Asad, Mali’li Muhammed Bah, Arnavutluk’lu Alican ULAJ, Ürdün’lü Muhammed Alrousan ve daha niceleri... Hepsi ile unutulmaz hatıralarımız oldu, kardeşten öteydik.
Lisede “keşke yapmasaydım” dediğim bir çok olay veya alışkanlıklar vardı. Çok değiştim, dünyaya ve kendime açıldım. Onuncu veya onbirinci sınıftayken güzel bir alışkanlık edindim. Okulun bahçesinde nerdeyse her gün çıkıp sevdiğim müzikler eşliğinde yürüyüş yapıyordum. Bu alışkanlık nereden aklıma geldi, nasıl ve ne zaman başladım, bilmiyorum. Ama kendimle geçirdiğim en kaliteli zamanlardandı. Her bir adımımı, hazm ederek, hissederek atardım. Bu fasıl karda/kışta, sabah, akşam demeden ortalama bir, bazen iki saati sürüyordu. Çok farklı şeyleri düşünürdüm. Şiirler gelip geçiyordu aklımdan. Bu dönem, çokça efsunlandığım ve kaliteli bir zaman dilimi idi.
Lisede beni en çok etkileyen hususlardan birisi de kort tenisine başlamamdı. Hocamız biraz ciddi, pek konuşmaz ve bana biraz soğuk gelen bir kişiliğe sahipti. Ancak görüntünün aksine yüreği çok yumuşak ve temiz, çok sevip saydığım bir hocamdı. Ama yine o soğuk davranışlar olumsuz anlamda az da olsa etkili oluyordu. O sırada kendi kendime şu sonuca vardım: “Bir konuyu anlatmak veya öğretmek için, üç temel maddeye dikkat edeceğim: Birincisi, sevdirmek… İkincisi, mantığını kavratmak… Üçüncüsü, motive etmek ve bunu da doğru bir şekilde sağlamak.” Şimdi ben bu maddeleri ve dahasını kendime şiar edindim, çok şükür. Kort tenisinin yanı sıra bir çok spora ilk kez Kayseri’de başladım. Çok sportif ve aynı zamanda çok aktif bir öğrenciydim, tüm etkinliklere ve yarışmalara katılıyordum.
Çocukluktan beri tıp, askerlik, pilotluk, uluslararası ilişkiler, tercümanlık bölümleri arasında gelgitler yaşamıştım. Lise onbirinci sınıfın sonlarına doğru Arapça hocamız ile istişare ettim. Pilotluk okumak istediğimi söyledim. Hocam bana Uluslararası İlişkiler bölümünün daha isabetli olacağını söyleyince fikrim değişti. Türkiye Diyanet Vakfı’nın 29 Mayıs Üniversitesi için başvuru yaptım. O süreçte içimde bir boşluk vardı. Bu alanı tam olarak istediğimden ve bana uygun olacağından emin değildim. Nitekim girdiğim mülakatin sonucu da olumsuz geldi.
Daha sonra Maarif Vakfı’ndan Ahmet GÜNEY hocamız, okulumuza gelerek, Maarif Vakfı’nın burs projesini tanıttı. Bir gün teneffüs arasında Muhammad Amin kardeşim yanıma geldi. Konuşma esnasında Maarif’e neden başvuru yapmadığımı sordu. Ben de ona: “Hangi bölümü orada okuyabilirim? diye sorduğumda, Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik kısa ve meşhur kullanımıyla: ‘P.D.R.’ dedi. Yine yıllar önce olduğu gibi hayli heyecanlandım. Çocukken birilerine hitap etmeyi, bir şeyler öğretmeyi ve sohbet eşliğinde insanlara faydalı şeyler söylemeyi hayal ediyordum ve zaten çocukları da çok seviyordum. O sohbetin devamında Muhammed Amin kardeşime, bana önerdiği bu fikrin nasıl aklına geldiğini, nerden kaynaklandığını sorduğumda “Kaç yıldır, bu okulda kardeşlerimizin dertlerini dinliyorsun, iyi olmaları için onlarla sohbet ediyorsun, bu zaten senin işindi!” dedi. Çok mutlu olmuştum,
Hocalarımla ve diğer kardeşlerimle istişare ettikten sonra nihai kararımı verdim ve Maarif Vakfı’nın bursuna başvuruda bulundum. Önümde üç seçenek vardı. Her üçünü de PDR yazdım. Mülakat aşaması gerçekten çok güzel geçti. Sonuçta başarılı olmuştum. Lise mezuniyetimize katılamadım.
İstanbul’u çok seviyorum, daha Kayseri’deyken hep İstanbul’da üniversite okumak için dua eder ve İstanbul’a gelememekten, burada okuyamamaktan korkardım. Ama yine de içimde bir umut vardı. İstanbul Marmara Üniversitesi’nde okuyacağımı öğrendikten sonra sevinçten havalara uçtum.
İnsan oğlu hedeflerine ulaşmak ve hayallerini gerçekleştirmek için, bir üstteki aşamada var olan durumları, maddi ve manevi şeylere erdikten sonra hayatının değişeceğini sanır. Fakat onu elde ettikten sonra, çoğu kez hayatı değişmez. Hayal ettiği gelişmeye imza atamaz. İstanbul’u kazandığım takdirde şunu yapacağım, bunu yapacağım diye çok hayaller kurar, binbir fikre dalardım. Ama süreç içinde o fikirlerden uzak kaldığımı farkettim. Sonuç olarak anladım ki: “İnsan, niyetini ve hedefini sağlam temeller ve değerler üzerine kurmazsa, maddiyatı ne kadar iyi olursa olsun, iç dünyasında ve hayatında bir gelişme meydana gelmez.”
Hayatım boyunca hep çalışmak, kendimi geliştirmek istedim ve bunun azim, irade, niyet, heyecan, samimiyet olduğunu biraz geç farkettim. Allah’tan bana hep bu özellikleri bahşatmesini istedim. Rabbimin gönlüme, kötü alışkanlıklardan ve tembellikten kurtulmam için beni yetiştirecek, geliştirecek ve kendisine yaklaştıracak bir ateşi düşürmesi için, sürekli dua ediyordum. Rabbim de bana öğretmenlik aşkını ve derdini nasip etti.
Üniversitenin birinci sınıfında, hayatımı değiştirecek ve arkadaşlarıma onun sözlerinden bahs edeceğim kıymetli Osman SEZGİN hocamla tanıştım. Üniversitenin ilk günleriydi. Bazı derslere girdik. Sırada “Eğitime Giriş” dersi vardı. Kapı açıldı, Osman hocam sınıfa girdi. Hali ve tavırları, eğitim davasına ne kadar sadık olduğunu gösteriyordu. Osman Hocamı görür görmez, Üstad Necip Fazıl KISAKÜREK’in:
“Bana, yakan gözlerle, bir kerecik baktınız;
Ruhuma, büyük temel çivisi çaktınız!”
dizesini söylemiş oluyordum, adeta.
İkinci sınıfa geçince kıymetli Osman Hocam, Milli Eğitim Bakanı’nın muavini oldu. Bir yandan çok üzülmüştüm. Koskoca Marmara Üniversitesi benim için bomboş olmuştu. Ama diğer yandan da, M.E.B. yapısında daha çok büyük kitlelere hitap ederek, eğitim konusunda yararlı, faydalı ve bilinçli adımlara vesile olacak diye de çok mutlu olmuştum.
İstanbul’a geldikten sonra, bilardo, bowling, geleneksel okçuluk ve kayak gibi beş yeni spor dalına daha yöneldim.
İstanbul’un içindeyim, fakat onu yine özlüyorum. İstanbul diyince aklıma martılar, kediler, müzeler, ney, camiler, muhteşem ezanlar, şiirler, kitabeler, tarihi mezarlıklar, yeşil cenaze arabaları vs. geliyor. Afganistan’dayken Farsça şiirler yazmıştım. İstanbul’a geldikten sonra ise deniz kenarında oturup, içimde Türkçe şiirler de akmaya başlamıştı, mısra mısra.
Birincisi sınıfın yaz tatilinde Aziz Mahmud Hüdayi vakfına bağlı, Şahsiyet Akademisi’nin yaz kamplarında, belletmen olarak öğrencilere yardımcı olduğum harikulade bir kamp süreci geçirdik. İkinci sınıfın ortalarında Pendik’te yine aynı vakfa ait Lider Eğitim’de öğrencilerin farklı derslerine girmeye başladım. Aynı zamanda birinci sınıfta başladığım “Kung Fu’nun en bilinen stili olan Wing Tsun” ’a devam ediyordum ve bir yandan da Üsküdar’da Şemsi Ahmet Paşa İlkokulu’nda aynı eğitimi vermek üzere, hocamın yanında asistan olarak öğrencilerle ders yapıyorduk. Harika bir zaman dilimiydi. Üçüncü sınıfın ilk yarısında Lider Eğitim’de; ikinci yarısında da Kalem Vakfı okullarında Rehberlik servisinde çalışmaya başladım. Haftada üç gün üniversitede derse, üç gün de staja gidiyordum. Hakikaten çok keyif aldığım ve dolu dolu geçirdiğim bir süreç idi. Bu, öğrencilerle ilk iletişimim değildi. Afganistan’dayken çocukluk yıllarım dahil, farklı yaşlarda, farklı dersler ile ilgili bir çok kişiye yadımcı olmaya gayret etmiş; Farsça, Arapça, Türkçe ve İngilizce dillerini öğrenmek isteyenlerle ya da hat dersi almak isteyen arkadaşımla çalışmıştım.
Hayatımda en güzel günlerim: 1) Çocukluğumdaki günler… 2) Kayseri’de geçirdiğim dört unutulmaz ve tekrarlanmaz sene… 3) Öğrencilerimle geçirdiğim 1 ilâ 26 Temmuz tarihleri arasındaki zamanım… Bu ay sürecince dünyadayken Cennet’i yaşadım ve hissettim.
Aklıma nerden geldi bilmiyorum. Ama, çocuklar hakkında özgün bir ifade olarak, şu inancımı her zaman söylerim: “Çocuklar, dünyaya gönderilen Cennet çiçekleridir, solmamaları için onları doğru ve bilinçli bir şekilde sulamamız lazım.” Bu cümleye çok değer veriyorum ve bu duyguyu yaşamak ve uygulamak istiyorum. Öğrencilerime: “Kutsal Emanetlerim” diyorum. Bu yazıya dökmek istediğim bir çok şey var, ancak böyle bir Hayatname’de tamamını anlatmam mümkün değildir.
Yazımı Fütüvvet Vakfı ve Emir hocamla tanışma sürecimi anlatmakla noktalamak istiyorum. Hayalim İstanbul’u iliklerime kadar hissetmek olduğunu belirtmiştim ya! İstanbul denilince aklıma gelen onca hususlardan birisi de eski kitaplar idi. Habibullah abimiz ile Mihmandar derneğinde tanıştık. Zaman zaman akşam saatlerinde Fütüvvet Vakfı’nda sohbet olacağını söylüyordu. Gel zaman git zaman, bir gün beni de davet etti. Bende hay hay deyip geleceğimi söyledim. Üsküdar’daki Kung Fu dersimin ardından koşa koşa vakfa yetiştim. Tam o sırada, kendisi büyük bir yazma eser kütüphanenin müdürü olduğu yıllarda, oluşmasında ilk adımı kendisinin atmış olduğu Türkiye Yazma Eserler Kurumu’ndan İstanbul Bölge Müdürü olarak emekli olmuş Emir hocam, öğrencilere eski tarihli yazma eserleri ve bunların bizim için anlam ve önemini tanıtıyordu. Kitaplar çok eski ve alanlarında en iyi eserlerindendi. Orada gerçekten İstnabul’da öğrenci olmanın farkını iliklerime kadar hissettim. Çünkü kitapları çok seviyorum, hele eski yazma kitapları değil okumak, koklamaya doyamıyorum. Daha sonra Emir Hocamızla görüşmeye devam ettik. Ayrıca görüş, gözlem ve hayat tecrübesinden çok faydalandığımız Selahaddin Hocamız başta olmak üzere bir çok değerli abi ve kardeşlerle tanıştık. Günlerden bir gün Emir hocamız bana vakıf bünyesinde vakıf sekreteri olarak çalışmayı önerdiler. Çok sevindiğimi söylemeliyim. Bu süreçte ve aynı zamanda TEVHİD akidesi ile ilgili meseleler, adab-ı muaşeret, zaman kullanımı, işimizde ve özel hayatımızda tertip/düzen, dilde doğru, nazik ve güzel kelimelerin kullanımı ve başkaları için fedakarlıkta bulunmak başta olmak üzere, anlattıklarını aynı zamanda kendi hayatında pratize ettiği Fütüvvet Ahlakı’yla doğrudan bağlantılı bir çok konuda ufkum açıldı.
Kışın Bursa’ya bağlı Oylat Kaplıcaları’na, çeşitli coğrafyalardan kalabalık bir grup arkadaşımızı götürürlerken, Oylat’a geçmeden evvel, Bursa İnegöl’de bir Kur’an Kursu hocası olan Recep Hoca, bizlerle tanışmak istediğini daha önce Emir hocamıza iletmişti. Kur’an Kursu’na geçtiğimizde ikram edilen nefis yemekten sonra, Emir hocamız öğrencilere hitaben kısa bir konuşma yaptılar. Sohbetin bir kısmında öğretmenlerin değerini anlatmak için, öğrencilere çok anlamlı bir şey söylediler: “Anne ve babanız sizi yedi kat semadan yeryüzüne indirdiler. Öğretmenleriniz ise, sizi tekrar semaya yükseltmek için varlar. Onların değerini iyi bilin.” Bu cümleleri beni çok etkiledi. Sohbetlerinde sürekli kullandıkları ve en çok etkilendiğim bir başka cümlesi ise şu şekilde: “Bu gün dünyamızda var olan bozgunculuklardan, savaşlardan, ekonomik krizlerden, küresel ahlaki sorunlardan, felaketlerden… Bunların hiç birinden kısaca tüm kötülüklerden ve kötü gidişatlardan, bu günün gençleri olan sizler sorumlu değilsiniz. Çünki bunların hiç birini sizler oluşturmadınız. Ama bu durumları değiştirmek sizin görevinizdir. Önünüzde iki seçenek var: Ya, çok çalışıp dünyayı şimdikinden daha güzel bir yer haline getirip mutlu olacaksınız. Ya da ‘geçmişten beri böyle gelmiş, böyle gidecek!’ deyip, dünyanın daha kötü bir yer haline gelmesine göz yumarak, bedel ödeyeceksiniz.” Bu cümle içimde çok derin bir yara oluşturdu. Ne vakit bu sözü hatırlasam, içim sızlamaya başlıyor.
Birimiz hepimiz için, hepimiz birimiz için çalışmak çırpınmak ve çabalamak zorundayız. Kayseri ve İstanbul’da tanıştığım farklı kültür ve coğrafyalara mensup yüzlerce insanı kardeş belledim. Türkiye’de edindiğim kardeşliklerden öte aileler edindim. Daha iyi ve kaliteli bir akademik eğitim görebilirdik. Fakat ne yazık ki eğitim konusu bugün evrensel bir sorundur. Afganistan’da yaşayıp kalmaya devam etseydim, muhtemelen sadece Afganistan’ı düşünecek ve sadece Afganistan’ın gelişmesi için çabalayacaktım. Lakin Türkiye’ye geldikten sonra ‘Ümmet olarak ayağa kalkarsak, ancak o zaman kendi ülkemiz de dahil, tüm dünyaya barış getirebiliriz” fikri ve inancı ruhumda daha da pekişti. Birlikte eğitim gördüğümüz akranlarımızla ve diğer ülkelere mensup arkadaşlarla kısa vadede şunu yapabiliriz: Secdelerde ve dualarda her daim buluşmamız lazım. Hele sabah namazı eksikliğini, tüm camileri sabah namazı vaktinde doldurarak kapatmak. Kapatamıyor isek en azından kendimiz sabah namazına kalkıp dua edelim ve o günleri hayal edelim. Birbirimizin ülkesini ziyaret etmeliyiz. Edemiyor isek o ülkenin tarihini, kültürünü, mevcut siyasi ekonomik vs. durumlarını öğrenmemiz icab eder. Orta vadede kendi ülkemizin ve tüm İslam aleminin kalkınması için ticaret ve kültürel ilişkiler başta olmak üzere bir çok konuda konuşmak, hayal etmek planlar/projeler oluşturmak elimizden geldiğince büyük adımlarla ülkeler arasındaki bağı güçlendirmek için olanca gayreti göstermektir. Uzun vadeli bir plan olarak ta, buralarda tanıştığımız ve küçük yaşlarımıza rağmen aramızda kalıcı dostluklar kurduğumuz farklı ülkelere mensub kardeşlerimizin ileriki yıllarda gelebilecekleri bürokratik mevkilerle irtibatlar kurarak programlar, seminerler, konferanslar tertiplememiz ve daha önemlisi yarın yapacağımız işin pratiğini bugünden başlatmamız lazım. Yani örnek bir İslam Birliği Teşkilatı prototipini oluşturmak vs.
Yazımı Aşık Veysel’den şu derin anlamlı satırlarla noktalıyorum:
“Dünyaya geldiğim anda
Yürüdüm aynı zamanda
İki kapılı bir handa
Gidiyorum gündüz gece
Düşünülürse derince
Uzak gözükür görünce
Yol bir dakka miktarınca
Gidiyorum gündüz gece
Şaşar Veysel işbu hale
Gâh ağlaya gâhi güle
Yetişmek için menzile
Gidiyorum gündüz gece.”