Kadir KESKİN - Pandemi Döneminde Deniz Üzümü Gibi Yaşamayalım - 27 Kasım 2020

Kadir KESKİN - Pandemi Döneminde Deniz Üzümü Gibi Yaşamayalım - 27 Kasım 2020

Kadir KESKİN - Pandemi Döneminde Deniz Üzümü Gibi Yaşamayalım - 27 Kasım 2020


Başlığı okuduğunuzda ağzınızdan dökülecek  "Bahçelerde maydanoz gel bize bazı bazı " tekerlemesini duyar gibi oluyorum. Evet, Deniz üzümü ile pandeminin ne ilgisi var diye, bana hemen soracaksınız.  Sabırla yazımı okursanız izah etmeye çalışacağım.
Pandemi dolayısıyla gerek benim gibi yaşlılar, gerekse sağlığına titizlik gösterenler,  aylakçı olarak zamanlarının çoğunu dışarıdan ziyade evlerinde geçirmektedirler. Aylakçılığın ne olduğunu biliyorsunuz. Ona biraz sonra gireceğim. Öncelikle sizlere sorayım "Deniz Üzümü" diye adlandırılan ve denizlerde yaşayan deniz hayvanını biliyor musunuz? Bilenlere değil de bilmeyenle izah edeyim:

"Deniz Üzümü"  deniz bitkisine benzeyen bir deniz hayvanı olup, onun bir canlı olduğunu fark etmek çok zordur. En büyük özelliği belgesellerde de gördüğünüz gibi adeta bir su jeti gibi içine aldığı suyu fışkırtmasıdır. Yumurtadan çıkınca, okyanusta dolaşarak bir yer aramaya başlar. Besin ve tutunmak için bir kaya parçası ararken suda bir amaçla yüzdüğü sürece beynini kullanır. Uygun bir yer bulup  demir atarak  kendini  kaya parçasına yapıştırdıktan sonra  bir daha asla  yerinden kımıldamaz. İşte o andan itibaren, kendi kontrolü deniz üzümünde değildir. Artık okyanus, kendi doğal hareketleriyle ona besin taşırsa ne ala, getirmezse kendi beynini yemeye başlar ve beynini tüketir, sonra da hayatı sona erer.  Tıpkı boş bırakılan boşa dönen değirmen taşı gibi.   Dönen değirmen taşına buğday atılmazsa, boşa dönen değirmen taşı da döne döne kendini tüketir.

  Aylakçı insanlar da böyledir. Bir iş üretmeyince onun bunun, komşunun dedikodu ve gıybetini yaparak deniz üzümü gibi  kendi beynini tüketmeye başlarlar. Bitirdikten sonra da iz bırakmadıkları için ertesi gün unutulur giderler. Çağlar boyunca büyük düşünürler aklını beslemek için fikirlerden ve ürettiklerinden daha fazlasına ihtiyaç duyarak sürekli çalışmışlardır. İstanbul'u almak için geceleri Fatih'in uyumayıp sürekli  İstanbul'u almak için planlar yaptığı, Edison'un  ampulü bulmak için  1000 defa deney yaptığı, öğrencilerinin  " Hocam bu olmayacak bu araştırmalara bir son verelim" dediklerinde, Edison" Biz bu konuda  başkalarına  göre 700 kat  daha bilgiliyiz. Çalışmalara devam..." diyerek asistanlarıyla beraber çalışmalara devam eder ve 1011. Deneyde ampulü bulduğu söylenir.

 Alman düşünür Martin Heidergger: "Teknoloji bir gün öyle  büyüleyici  öyle  cazibesiyle  insanları  öyle bir tutsak edecek ki,  sonuçta beyinleri  tembelleştirecek eli kaleme   gitmeyecek, matematiğin dört temel işlemini dahi  makine üzerinden yapacak   ve çalışmayan çalıştırılmayan beyinler tembelleşecek, gün gelecek gerçekten  önem taşıyan  şeyler üzerinde  düşünme  yeteneğini kaybedecektir" diyor.  

Geçenlerde kargo teslim etmek üzere Ptt kargosuna gittim.  Teslim ettiğim kargonun ücretini stajyer öğrencinin kalemle değil de akıllı telefondan hesap etmeye çalıştı. Telefonun şarzı bitince de kargonun ücretini arkadaşının telefonu ile hesapladı. Öğrencinin bu durumunu görünce ister istemez Alman düşünürü Martin'e hak verdim.  Sadece bizim eğitim sistemimiz değil, bugün modern eğitim sistemi mükemmel koyunlar yetiştirir hale geldi. Düşünmüyor, üretmiyor, kim düşünüyorsa onun arkasından bir koyun gibi sürüklenip gidiyor.

Oysaki Cenab-ı Hakkın insanoğluna verdiği en büyük nimetlerden biri akıldır. Aklın sorumluluğu ise insanlık zararına değil, yararına düşünmektir, proje yapıp üretmektir.  Düşünüp, üretmeyen akıllar, ancak ve ancak çalışan ve üreten insanların gıybetini yaparlar. Ne gibi derseniz? İzah edeyim:

Uzun süreli bir deniz yolculuğuna çıkan ama çıkar çıkmaz da  korkunç bir fırtınaya yakalanmış bir adam düşünün. Limanı terk eder etmez oraya buraya sürüklenir, sert rüzgârlarla bir çemberin içinde dönüp durur. Bu adam uzun bir yolculuk mu yaptı? Hayır. Uzun süre dalgalarla aynı noktada boğuştu durdu. Şu gerçeği asla unutmayalım. Hayat ancak ve ancak gün boyu düşündüklerimizden ve yaptıklarımızdan ibarettir.

 Çalışan, düşünen, işinin başında alın teri dökenler için söyleyeceğim bir şey yok.  Onları elbette  takdir ediyorum.  Ancak ben kendi emekli emsallerimi göz önüne getirdiğimde üzülüyorum. Öğretmen evine meşgalelerim dolayısıyla yolum düşmüyor. Ancak ara sıra yolum düştüğünde şu manzara ile karşılaşıyorum.  Bir bölümünde oyun, diğer bölümünde geyik muhabbeti yapılıyor. Ne zaman gitsen muhabbet salonunda kelimesi kelimesine aynı muhabbetler, oyun salonunda da taş döşemeler.  Haydi, oyun salonu ismi üzerine oyun salonu. Ama geyik muhabbeti salonu " Okuma salonu" olarak isimlendirilmesine rağmen,  okuma salonunda raflarda bulunan kitaplardan bir kitap alıp da okuyan öğretmen arkadaşa rastlamadım.   Sadece emekli arkadaşlarım değil, çalışan genç meslektaşlarımın da kitap okuduğunu görmedim.   Dünyanın en güzel iki kokusu varmış. Biri; çocuk kokusu, diğeri kitap kokusu. Anne kokusunun tadını anneler bilir.  Kitap kokusunun tadını da en iyi meslektaşlarım bilmesi gerekirken bu kokuya karşı kayıtsız kalmaları üzüntü verici. Kitap kokusu tatmayan meslektaşlarım öğrencilerine bu kokuyu nasıl tattıracaklar bilmiyorum. Hele pandemi dolayısıyla eve kapandığımız bu dönemde kitap kokusu tatmazsak, kayaya yapışan deniz üzümü gibi kendimizi yemekle kalmayız, evdekilerin de baş belası oluruz.

Not: tarihistan.org internet sitesinden alıntıdır.