İbrahim Ethem, tacı-tahtı terk edeli epey olmuştu. O şehir benim, bu şehir de benim, bu şehir zaten benim diyerek Mekke’yi, Medine’yi, Basra’yı, Şam’ı, Humus’u, Antakya’yı, Tarsus’u, Maraş’ı gezmiş, kâh tarlalarda ırgatlık edip kâh koyunlara çobanlık edip günlük ekmeğini kazanmıştı.
Horasan’ın en zengin ailesinin en zengin çocuğu yahut doğrudan doğruya Horasan hükümdarının oğlu olduğu söylenen bu ilginç adam tacı tahtı niçin terk etmişti bakalım?
Bazıları der ki “gençliğinde yaman bir avcıyken gaipten bir ses geldi. O ses ona ‘sen bunun için mi yaratıldın? Bunu yapmakla mı emrolundun?’ diye sordu da onun için bıraktı tacı-tahtı.”
Bazıları da der ki “bir gece damdan bir ses duydu. Sesin sahibine ‘kimsin?’ diye sordu. Sesin sahibi ‘deve kervanını kaybetmiş bir kervancıyım, develerimi arıyorum’ dedi. İbrahim Ethem ‘behey şaşkın, damda kervanın ne işi var? Damda kervan aranır mı?’ diye sorunca sesin sahibi ona ‘sen rahat yatağında Allah’ı arayınca oluyor da ben damda kervan arayınca mı olmuyor?” cevabını verdi. İbrahim Ethem’in hayatı bu olay üzerine değişti.
Bana sorarsan efendi, ben derim ki “belki de bu menkıbeler doğrudur.” İbrahim Ethem belki de gerçekten avda yahut kaz tüyünden yapılma sıcak yorganının altında gaipten sesler duydu da öylece terk etti tacı-tahtı.
Bana sorarsan efendi, bu olağanüstülük her daim bizi kendine çeker ve aynı zamanda da bizi bizden koruyan güvenli, korunaklı bir alana götürür. Kendi kendimizi “gaipten ses duymamış olmakla” teskin ederiz, hayatımızın hem tesellisi hem bahanesi olur gaipten ses gelmemesi.
Bana sorarsan efendi, İbrahim Ethem’in gaipten ses duyup duymamasından daha önemlisi onun neyi anladığıdır. İpek libaslara, kızıl tüylü develere, yakut bezeli hançerlere, kuyuda iyice soğutulmuş şerbetlere, tandırda nar gibi kızartılmış etlere bakıp da anladığıdır onu İbrahim Ethem yapan. Geçici olanla kalıcı olanın farkını fark edebilmek için gaipten ses gelmesi gerekmez. Bir selim kalp, bir de selim akıl gerekir. Bu ikisi insanda oldu mu ses gelirse ne güzel, gelmezse ne gam.
Uzatmayayım ki tadını kaçırmayayım.
Yıllardan bir yıl, mevsimlerden bir mevsim İbrahim Ethem belki Hama’da, belki de Tarsus’tadır. Bir pîrifânî, bir “insan iyisi” olarak nam saldığından şehrin fakiri de zengini de, akıllısı da akılsızı da onu görmeye gelmektedir akın akın.
“İnsan merakının kölesidir” denmiştir ve de doğru denmiştir. Soru soran on kişinin dokuzu “tacını-tahtını, malını-mülkünü niye terk ettin?” diye sormakta, İbrahim Ethem’in cevabı hiç değişmemektedir: “Tacım da yanımda tahtım da, malım da benimle mülküm de…”
Anlayana nice devletli bir cevaptır amma ki bu cevabın hikmetini anlamayan anlayandan ziyadedir.
Bir ikindi sonrasıdır yahut bir akşam öncesi… İbrahim Ethem, o “yorulmalar ağacı”nın altında bir nefes nefeslenmektedir.
Bir adam gelir. Kellesi kulağı yerinde, kaftanı ipekten, hançeri süslü bir âdemdir. Biraz mahcup şekilde “sana, fakirlere dağıtman için bir miktar para vermek isterim” der İbrahim Ethem’e.
İbrahim Ethem “ben sadece zenginlerden para alırım fakirlere vermek için. Söyle bakalım sen fakir misin zengin misin?” diye sorar. Adam cevap verir: “Şükür ki şehrin en zenginlerinden biriyim.” İbrahim Ethem sorar: “Yani on bin altının var mıdır?” Adam şaşırır: “Vardır şükür.” İbrahim Ethem yine sorar: “Peki on bin altının yanına bir on bin altın daha eklemek ister misin?” “İsterim” der adam. “Bir on bin daha ister misin?” “İsterim” der adam.
İbrahim Ethem “sen fakir biriymişsin, senden para kabul edemem” der adama. Adam şaşırır elbette. “Zenginim. Daha nasıl ispat edeyim zenginliğimi? Sana nasıl bir zenginlik lazım?”
İbrahim Ethem, tane tane cevap verir: “Zengin olsan daha fazlasını istemezsin. Daha fazlasına ihtiyaç duymazsın. Fakirliğin, altınına altın eklemekle geçecek bir şey olduğunu düşündüğün için hep fakir kalacaksın.”
Bir kez daha söylemiştik efendi. Bir kere daha diyelim: “Baktığı yeri değiştirmeyene gaipten ses gelse ne fayda.”
Kaynak / Yeni Şafak Gazetesi