İSMAİL KILIÇARSLAN -O ZAMAN BU RAMAZAN…

İSMAİL KILIÇARSLAN -O ZAMAN BU RAMAZAN…

İSMAİL KILIÇARSLAN -O ZAMAN BU RAMAZAN…


O zaman bu Ramazan, çıplak bir ampulün cılızca aydınlattığı bir çadırın ortasına kurulmuş mütevazı bir sahur sofrasına gelsin.

Depremde sevdiklerini, arkadaşlarını, evini, kaybetmiş, elinde acısından başka katık kalmamış bir Hayali’ye gelsin mesela. Karagöz oynatarak geçirdiği hayatını her şeyin ama her şeyin bir perdede olduğunu anlamaya adamış bu adam, şimdi aslında perdenin de olmadığını fark etmiştir. Işık ve karanlık vardır insana. Bir de elleri. Elleriyle kazandığı.

Kırk günü aşkındır karanlığın galebe çaldığını hissetmektedir. Işığın azaldığını, aydınlığın dünyasından çekildiğini düşünmektedir. Bir düğmeye basılmış ve hayat oracıkta durmuş, hayatın rengi oracıkta değişmiş gibi.

Sahur sofrasında bir plastik tabağın içine rastlantısal şekilde yerleşmiş dört hurmaya bakıp rakamların insanın üzerindeki gizli gücünü yoklamaktadır zihninde. Hurmalardan biri kendisidir. Biri eşi, ikisi çocuklarıdır. Sofrada dört hurma vardır böylelikle ama dört kişi yoktur. Eşi ve meslek yüksek okulunu yenice bitirmiş oğlu yoktur artık orada.

Çıplak bir ampulün cılızca aydınlattığı o çadırın ortasında karanlık yerine azıcık da olsa aydınlığa bırakacaksa sahurla, Ramazan’la, kardeşlikle bırakacak.

O zaman bu Ramazan, bir arsada oturup gözlerini bir enkazdan arta kalan neyse ona dikmiş bir annenin iftarda içtiği bir yudum suya gelsin.

Tüm insanların bildiği bir dilde tam kırk gündür ağlıyordur anne. Ağlamanın her çeşidini almıştır ezberine. Onu görenler, ileriye, o enkazdan arta kalmış tuhaf yığına baktığını düşünürler belki de. Yanılırlar. İçine, içinin ezilmekten hali kalmamış en gizli yarasına bakmaktadır o aslında.

Çocuklar, annelerin en açık sevdaları, en gizli yaralarıdır. Ve hiçbir anne, çocuğundan daha uzun yaşamak cezasıyla cezalandırılmamalıdır.

Ağlamanın her çeşidini ezberine almış o kadının cevap aradığı soru basit bir sorudur aslında: “Niçin ben değil? Niçin ben yaşıyorum ve iki evladım yaşamıyor? Ya ben ölseydim de onlar kalsaydı yahut onlarla beraber ben de…”

Neydi cevap: Kader, tecelli, cilve, imtihan. Hepsi birden ve evet hiçbiri o anne için. Çünkü onun şimdi sadece hüznü var. İçine, içinin en gizli yerine doğru şırıl şırıl akan o derenin sesi dışında hiçbir ses onarmıyor o hüznü.

O arsanın ortasında oturan annenin hüznüne gelsin o halde Ramazan. O hüznü ortadan kaldırmak için şaklabanlık yapanlarla değil, o hüznü paylaşmak için o anneyle birlikte usul usul ağlayanlarla gelsin. O şırıl şırıl akan derenin, o incecik hüznün, o ağlamanın her çeşidinin üzerini bir tül gibi örtsün ve sükûnet indirsin kalplere.

O zaman bu Ramazan, Maraş’a, Hatay’a, Adıyaman’a gelsin en çok. Gönlü enkazda kalmış her bir insanın yüzünde buruk da olsa birer tebessüme dönsün iftarlar. Kırgın da olsa birer duaya dönsün sahurlar.

Gülmekle geçmeyen hüzünlerimiz belki ağlamakla geçer diye düşündüğümüz bir Ramazan olsun. Ağlayınca suyun yükseleceğini ve geminin kurtulabileceğini hissettiğimiz bir Ramazan olsun.

Öyle bir gelsin ki hem Ramazan… Gönlümüzü,

Maraşlı bir ustanın yemeniyi onardığı gibi onarsın. Kalbimizi, Hataylı bir ustanın közde

pişirdiği kebap gibi pişirsin de kokusu arşı sarsın o yanışın.

Gelsin ve bu sefer lütfen bir aydan fazla sürsün.