Bir faizsiz finans kurumunun, Vakıf Katılım’ın yeni reklam filmini izlerken düştü aklıma bu yazıyı yazmak. Bakalım kotarabilir miyiz?
“Va’kfetmek” Türkçenin güzel fiillerinden biri. Arapça “vakf” kelimesi ile Türkçe “-mek” ekinden müteşekkil. “Mal ve mülkünü satılmamak şartıyla bir hayır kurumuna yahut bir hayır işine bağlamak” ilk anlamı… İkincil ve yazıda payanda olacak anlamını da çok severim: “Adamak, bir şeyin bütününü bir işe vermek.”
Vakıf Katılım’ın son reklam filmi “sadece bir finans kuruluşu değilsen kendini bu topraklara vakfedersin” cümlesi ile açılıyor. Tam burada da kelimeyle ilgili yeni bir kelime giriyor devreye “vâkıf” yani kendisini bir işe adayan, bir işe kendini bütünüyle veren kişi. “Vâkıf” kelimesinin de bir ikincil anlamı var. Hatta o anlam daha yaygın. “Bir işi bütün yanlarıyla bilen, efradını cami, ağyarını mani bir bilme biçimiyle donanan kişi” demek. “O meseleye bütünüyle vâkıfım” cümlesindeki anlamı yani.
Şimdi burada bir kavramsal çerçeve çizmek lazım belki de. Osmanlı’yı bir “vakıf medeniyeti” haline getiren asıl kimya her iki anlamda da “vâkıf” adamların varlığı ile toplumsal ihtiyaçların bir araya gelmesi yoluyla olmuştur. Toplumun ihtiyaçlarını doğru süzen “vâkıf”lar, o ihtiyaçların sürdürülebilir şekilde çözümünü planlayarak Osmanlı’yı bir “vakıf medeniyeti” haline getirmiştir.
Sözgelimi “fakir gençlerin evlenmelerini temin etmek için Bursa’da hayata geçirilen bir vakıf”, diyelim Koza Han’daki dört-beş dükkânın ve Yalova’daki 100-150 dönüm arsanın kira gelirleriyle kendini sürdürülebilir hale getirmiş, tabiri caizse deve dişi gibi vakıf senetleri ile de bu sürdürülebilirliği garanti altına almıştır.
Bugün bu köklü vakıf modelini sürdürebilen vakıflarımızın sayısı çok değildir ne yazık ki. Ya devletten ya özel sektörden ya da doğrudan insanlardan alınan desteklerle ayakta duran vakıflarımızın tamamına yakınının “sürdürülebilirlik” sorunu olduğu aşikârdır.
Tam burada bu sürdürülebilirliği sağlamak ve herhangi bir vakfı “insandan da, devletten de, aktarma sermayeden de bağımsız hale getirmek için ne yapılmalı?” sorusunun cevabı şurada gibi geliyor bana: “Kalıcı olanı tesis edebilme vukûfiyetini göstermek.”
“İyi de bu anlattıklarının o reklamla ne ilgisi var?” derseniz cevabım şudur: “Çok ilgisi var.”
Malum, dünyada da Türkiye’de de İslami finans kurumlarının “kendi hayırlarını gerçekleştirmek” dışında inisiyatif aldığını pek görmüyoruz. “Sosyal sorumluluk projesi” olarak adlandırılan yeni nesil “hayır projeleri” için de bu kurumlara kendi adıma müteşekkirim. Fakat, bu kurumlarımızdan asıl beklentimiz olan “sürdürülebilir kalkınma hamlelerinin motor gücü” olma refleksini zaman zaman biraz ihmal ettiklerini de üzülerek söylemek lazım. Ev-araç kredisi vermek, işadamlarına kaynak oluşturmak, ihtiyaç kredisi dağıtmak gibi “finans operasyonları”nı belki de “daha az riskli” buluyorlar fakat “İslami finans kuruluşu” dediğimizde aklımıza “bir bankadan fazlasının” gelmesini temin eden hususiyetler de tam “kalkınma odaklı” yaklaşımlar.
“Küçük insanın” derdine “vâkıf olarak” ihya edilebilecek bir “vakıf medeniyeti fikri” tam orada, öylece duruyor işte. Reklamın temel fikri olan “bilgimizi, birikimimizi vakfediyoruz, gönlümüzü vakfediyoruz, imkânlarımızı vakfediyoruz” ve en nihayet “bütün varlığımızı hayata vakfediyoruz” cümleleri beni bu bakımdan heyecanlandırdı. Oldukça naif bir iyimserlikle “belki de bu sefer bu iddia ile ortaya çıkan bir finans kurumu bazı meselelerdeki reflekslerini standart bankalardan ayrıştırır da gerçekten ‘parayla yapılması gereken işler’ bahsini düşünmeye başlar” dedim kendi kendime.
Yazıyı da bu yüzden yazdım işte. Dünyada pek çok güzelliğe ön ayak ve model olan Türkiye belki de “İslami finans” konusunda da farklı, ihtiyaca yönelik, derdi çözebilen bir model” geliştirebilir umuduyla yani.
“Vakıf, vâkıf insanlar sayesinde vâkıf olabileceği yeni bir alan bulursa insanlık için yeni bir umut ışığı belirebilir” umuduyla.
Kaynak / Yeni Şafak Gazetesi