1929 yılında Tokat’ın Tanoba köyünde doğuyor Emin Saraç Hoca. Dünyadaki büyük ekonomik buhranın yılında yani. “Müderrislerin müderrisi” dense seza bir alimin, Üzeyir Efendi’nin torunu olarak.
O yılın Türkiye’sini anlamaya çalışalım. Erkeklerin sokağa şapka takmadan çıkması yasak. Bir yıl önce yapılan harf devrimi neticesinde bütün ilmi birikimini Kur’an hurufatı ile yapmış alimler şaşkın. Şaşkınlar zira, bu büyük birikimi kullanmak yani Kur’an hurufatlı kitapları okumak da yasak. Medreseler, tekkeler, zaviyeler… Tamamı kapatılmış. İlmin nasıl nakledileceğine dair hiçbir zemin kalmamış ortada.
Yani şu: İslami birikimi sonraki nesillere aktarmak isteyenler için ufukta umut yok, hava karanlık.
O karanlığın içerisinde “torunlarına İslami ilimleri aktarmak” istiyor Üzeyir Efendi. Böylece Emin Saraç Hoca da, diğer kardeşleri gibi, 6 yaşındayken Kur’an’ı hatmediyor ve hafızlık çalışmaya başlıyor.
Bu küçük yaştaki cevherin neler başarabileceğini kolaylıkla fark etmiş olmalı ailesi. “Fark etmiş olmalı” zira, çok çabuk kavrıyor hoca dersleri. Ezber gücü fevkalade.
Hoca “11 yaşında bir hafız” olarak Niksar ve Merfizon’da mukabele okumaya başladığında takvimler 1940 yılını göstermektedir. Türkiye’nin nefesini tuttuğu, İkinci Dünya Savaşı’na girip girmeyeceğimizin en başat mesele olduğu günler yani. İsmet İnönü’nün tek partili diktatörlük yönetimi İslami hayatın da İslami ilimlerin de üzerindeki baskıyı arş-ı alaya çıkarmış durumda. O yıllar dedelerimizin “Kur’an okumayı ahırlarda, mağaralarda, jandarmadan saklana saklana öğrendik” diyerek anlattığı yıllar. Yine umut yok, yine karanlık hava. Ama işte o umutsuzlukta, o karanlıkta “bir avuçtuk biz” diyen adamların çabaları var.
1943 yılına gelindiğinde “parıl parıl parlayan” 14 yaşındaki Emin’i İstanbul’a, Ali Haydar Efendi’nin tekkesinde eğitim almaya yolluyor ailesi. Büyük alim Ahıskalı Ali Haydar Efendi, Emin Saraç’ı Fatih Camii İmamı Ömer Efendi’ye emanet ediyor. Niçin böyle bu? Çünkü Ali Haydar Efendi sürekli takibatta ve tahkikatta. İstiklal Mahkemesi’nde yargılanmış, hapse atılmış, tabiri caizse “idare tarafından yaralanmış” biri o.
O yüzden “Emin’i emanete alıyor.”
Dönemi doğru anlayalım diye bir kez daha söylemek gerekir. Dini hayata ve dini tahsile karşı yapılabilecek her türlü baskıyı ve eziyeti yapan bir iktidar biçimi yönetiyor Türkiye’yi. Ve bu baskılara rağmen “o büyük birikimin yükünü” omuzlayan adamlar, Türkiye’nin dört bir yanında “İslami ilimleri” ayakta, hayatta tutmaya devam ediyorlar.
1950 sonrasının “görece iyileşme” sürecinde Emin Hoca, “İslami ilimlerde daha da ilerlemek için” Mısır’a gidiyor. Burada Zahidül Kevseri, Mustafa Sabri Efendi, eş-Şaşa gibi büyük alimlerden dersler alıyor. Bilhassa hadis alanında “yekta bir alim” olarak dönüyor Türkiye’ye dokuz yılın ardından.
1959’dan vefatına kadar Fatih Camii ve çevresinde verdiği derslerde iki bini aşkın öğrenci yetiştiriyor hoca. Sonra da emaneti Rabbine teslim ediyor. Gelelim başlıktaki sorunun cevabına.
Evet. Türkiye’yi “Türkiye olarak kalmasını temin etmek üzere” kurtaran isimlerden biridir Üzeyir Efendi. O ve daha niceleri, her türlü baskıya, her türlü yıldırmaya, her türlü zulme rağmen “Türkiye binasının asıl tuğlalarını” yetiştirmek üzere her şeyi göze almış adamlardır. Bugün geldiğimiz noktada açıklıkla, ferahlıkla, rahatlıkla görüyoruz ki Üzeyir Efendi’nin, Ali Haydar Efendi’nin, Mehmet Zahit Kotku’nun ve daha nicelerinin göze alıp ödedikleri bedel, bizi hala “sağlam bir hamur” olarak bir arada tutan şey neyse onun bedelidir.
“Emin Saraç Hoca’nın talebesi olan Cevat Akşit Hoca’nın oğlu şu an Türkiye’nin uzay programının başında” diyeyim de anlayın o hamurun ne olduğunu, nasıl oluştuğunu.
O hamurda cesaret, feraset ve fedâ vardır. Bugün oturduğu yerden ahkam kesmeye bayılan bizlerin asla anlamayacağı bir şeydir bu. Anlamasak da olur aslında. Fakat minnet duymayı asla unutmamak şartıyla.
O halde şu: Rahmet ve minnetle Emin Hocam. Allah menzilini kutlu kılsın.
Kaynak / Yeni Şafak Gazetesi