Bizim çekim ekibinden arkadaşlarla benim yol arkadaşım Mehmet de orada, Kahramanmaraş’ta idiler. Son üç yıldır gerçekleştirdiğimiz gibi, Maraş’ın gururla dolu kurtuluş haftasının etkinliklerini yapacak, 12 Şubat akşamı büyük bir mutluluk ve gururla düşmanı nasıl yendiğimizi hatırlayacaktık hep birlikte.
Aslında her yıl 4 ya da en geç 5 Şubat günü Maraş’ta olur, etkinliklere nezaret ederdim ama bu yıl tembellik edip 10’u gibi gitmeye karar verdim.
6 Şubat sabahı, Pazarcık merkezli o büyük afetin haberini alınca “cız” etti kalbim. İki bilgiye vakıftım çünkü. İlki, Pazarcık’ın, Türkiye’nin en ciddi fay hatlarından birinin merkezi sayıldığı bilgisi… İkincisi de Maraş’a son gidişlerimin her birinde yaşadığım depremler. En büyüğü 4,1 olan bu depremler için “inşallah rutindir” diye düşündüm hep. Meğer haber ediyorlarmış büyük afeti.
İnsanın dostlarına, arkadaşlarına, sevdiklerine ulaşmaya çalışıp da ulaşamamasının insanda oluşturduğu duygunun tarifi yok gerçekten. Kendinizi çaresiz ve köşeye sıkışmış hissediyorsunuz.
Bir başka nokta da şu. Deprem, en azından şimdilik, önlemek açısından bir şey yapamadığınız ancak olduğunda meydana gelecekleri o ya da bu oranda yönetebileceğiniz bir gerçeklik ve Türkiye de bu gerçeklikten nasibini bolca almış bir memleket.
Depremin “olmasına hazırlık” iki bakımdan malum. Birincisi bina ve altyapı yatırımlarını ona göre yapmak. İkincisi de deprem olduğu andan itibaren yapılacakları profesyonel şekilde hayata geçirmek.
Türkiye’nin ikincisinde çok ama çok iyi olduğunu söylemeye gerek bile yok. AFAD başta olmak üzere devletin bütün unsurları olası bütün afetlerde “olağanüstü” denilebilecek performanslar gösteriyorlar. Müdahale hızımız da, müdahalelerdeki profesyonelliğimiz de çok iyi.
Ancak birincisi için aynı şeyleri söylemenin pek imkanı yok. Türkiye’de 99 depremi sonrasında alınan “imar tedbirleri” büyük oranda “pas geçilir” durumda. Bir de buna 99 öncesi yapılmış binaların “göze getirilmemesi” eklenince, hele hele binaların kat sayıları bakımından sert bir tedbirler zinciri ortaya konulmayınca bizim ülkemizde yaşanan depremlerin bilançosu ne yazık ki “olması gerekenden daha ağır” olabiliyor.
Neyse… Bunlar zaten ve bir kez daha uzun uzun konuşulacak. İnşallah bu afet, özellikle Türkiye’deki bina rejimi konusunda geri döndürülemez kanuni yükümlülüklerin önünü açar.
Birkaç şey çok ama çok önemli böyle anlarda. Birincisi dayanışma ruhu elbette. Kızılay’ın kan çağrısından AFAD’ın “sessizlik” çağrısına, STK’ların “güdümlü talepler”inden telefonları gereksiz yere meşgul etmemeye kadar yapılabilecek o kadar şey var ki.
Sükûnet ve vakarla. Anahtar kavramlar bunlar olmalı bana kalırsa böyle afet anlarında. Kızmanın, öfkelenmenin değil “ben ne yapabilirim?” diye sormanın ve bu soruya cevaplar bulunca harekete geçmenin zamanı. Bir STK’ya SMS katkısı vermek de, kan bağışlamak da, dua etmek de, arama kurtarma gönüllüsü olmak da bu cevaplara dahil.
Tabii en kötüsü, bilhassa sosyal medya denilen gayya kuyusunun tezviratlarına gönül indirmek. Resmi ya da güvenilir kurumlarca teyit edilmemiş hiçbir açıklamaya da, güvendiğiniz, bildiğiniz, “yerine ulaşır” dediğiniz STK’lar dışında hiçbir yardım çağrısına da itibar etmemek, güvenmemek lazım gelir.
Dayanışma, sabır ve yara sarma günleri böyle günler. Allah devletimize, milletimize zeval vermesin. Acımızı unutturmasın.