Sezai Karakoç Üstadımızın vefatının sene-i devriyesi vesilesiyle Kocaeli Büyükşehir Belediyesi’nin düzenlediği “Uluslararası Sezai Karakoç Günleri”nin hem düzenleme komitesinde hem de konuşmacısı olunca 4 gün sürecek program vesilesiyle buraya, şehre geldim.
“Programın ilk gününde konuşan birbirinden kıymetli 11 konuğun ortaklaşa vurgusu neydi?” diye sorarsanız bana, cevabım “Kudüs” olurdu.
Bu, burada bir dursun.
Türkiye’de “Kudüs” meselesi, 1900’lerin başından bugünlere süregiden başat bir duyarlılık. Kutsal mabedimizin 1940’lardan itibaren işgal edilmeye çalışılmasıyla giderek artan bu duyarlılığın taşıyıcı isimlerini ve bu duyarlılığın tarihi gelişimini anlamak, Filistin ve Kudüs konusundaki toplumsal refleksimizin bugününü de anlamaya yarayacak bence.
“Osmanlı münevveri” dediğimiz ve Osmanlı ülkesini “bir bütün olarak önemseyen” insan tipinin Kudüs’e yaklaşımı “bir ilimiz daha elimizden gitmesin” yaklaşımı olmamış. Onlar, Kudüs ve Mescid-i Aksa’nın ne denli önemli ve simgesel yerler olduğunu “doğal olarak bilen” insanlar oldukları için bu kaybı son derece hayati bir mesele olarak ele almışlar.
Mekke’nin, Medine’nin ve Kudüs’ün düşüşünü İstanbul’un, payitahtın düşmesiyle bir tutmuş adamlar bunlar. Üstelik Osmanlı’nın dağılmasını engellemek için çözümü İslam’da, Türklükte, Batı’da, seküler hayat tarzında, modernleşmede falan görüyor olmaları bu duyarlılığı göstermelerine engel teşkil etmemiş. Bütün farklılıklarını bir yana bırakıp Kudüs ve Aksa konusunda çok benzer bir hissiyat geliştirmişler.
1923-1950 arası, yani genç Türkiye Cumhuriyeti kurulup memleketin yönü bütünüyle Batı’ya ayarladığında ve tüm Arap âlemi tümüyle Türklere düşman olarak kodlandığında bile memleketin idarecileri de, aydını da Kudüs ve Aksa meselesine belirgin bir duyarlılık göstermiş. Mustafa Kemal’in de, dönemin diğer siyasal aktörlerinin de Filistin’de olan bitene kayıtsız kalmadığını görmek mümkün.
60’lardan 70’lere doğru gelindiğinde üç farklı damar çıkmış ortaya memlekette. İslamcı-dindar ana damar, bilhassa yetiştirdiği parlak edebiyatçılar ve düşünce adamları üzerinden Kudüs ve Aksa duyarlılığını yaygınlaştırma çabasına girişmiş. Sol-sosyalist ana damar ise o dönemde Filistin davasının yürütücülüğünü sol-sosyalist gelenek sürdürüyor diye “Filistin davası” etrafında kenetlenmiş bir politik duyarlılık geliştirmiş. Bir de seküler-Kamalist ana damar var tabii. Bu ana damar, kendi politik köklerinin bu konuda geliştirdiği refleksi de inkâr ederek “aman bana ne” noktasına ilerlemiş.
Bu dönemde Necip Fazıl’ın, Sezai Karakoç’un, Nuri Pakdil’in ve diğer dindar edebiyat ve düşünce insanlarının Filistin, Kudüs ve Aksa konusunda müthiş bir duyarlılık gösterdiğini söylemek mümkün.
Bilhassa 70’lerin sonuna doğru Necmettin Erbakan ve liderliğini üstlendiği Milli Görüş hareketinin Kudüs ve Aksa konusunda son derece önemli çalışmalar yaptığını, 12 Eylül Darbesi’nden hemen önce Konya’da, Cumhuriyet tarihinin en büyük eylemlerinden birinin “Büyük Kudüs Mitingi” adıyla yapıldığını da hatırlayalım.
80’ler Filistin açısından “direniş hattı”nın politik aksının değiştiği yıllar olarak değerlendirilebilir. Sol-sosyalist askeri hareketlerin zayıfladığı, İslamcı-dindar diyebileceğimiz askeri hareketlerin Hamas öncülü gruplar eliyle güçlendiği bir dönemdi bu. Yine de Türkiye’deki sol-sosyalist gelenek Filistin davasına destek vermekten, seküler-Kamalist gelenek de “aman bana ne” tavrından vazgeçmedi.
90’lar ve 2000’ler boyunca bu politik pozisyonunu korudu Türkiye’de hemen herkes. İslamcı-dindar hareketler Kudüs ve Aksa üzerinden desteğe devam ettiler. Sol-sosyalist gelenek de “eskisi kadar hevesli görünmese de” Filistin davasına desteğini sürdürdü.
2023’ün 7 Ekimiyle başlayan sürecin hepimiz açısından şaşırtıcı tarafı şu oldu. Senelerdir Filistin davasında “aman bana ne” tavrı gösteren seküler-Kamalist gelenek bu kez bütün dünyanın da aksine olacak şekilde terörist İsrail’in safına geçmiş görünüyor. Boykot meselesinde, sosyal medyada ve gazeteciler eliyle belirginleşen bu tavır, Türkiye’deki Filistin duyarlılığı açısından yepyeni bir faza geçildiğini de gösteriyor.
Gazeteci dostumuz Erem Şentürk’ün ortaya çıkardığı “İsrail’in doğrudan fonladığı sosyal medya fenomenleri ve sanatçılar” bahsinin de bu noktada çok kritik olduğunu akıldan çıkarmamak lazım.
Bu bahse devam ederiz ama şunu diyerek bitirmem lazım: Türkiye’deki seküler-Kamalist gelenek “tarihin doğru tarafında durmak” konusunda feci bir hataya imza atıyor İsrail konusunda. Bunun toplumsal sonuçları olacağını şimdilik öngöremiyorlar ama bu tükenmişlikle yüzleşmeleri bu kez çok ama çok zor olacak. Bu sınavı veremediler ve bunun sonuçları kendi toplumsallıkları bakımından çok ağır olacak. Bunu uzun uzun konuşacağız.
https://www.yenisafak.com/yazarlar/ismail-kilicarslan/sinavi-gecememek-4575523