Hafta sonu Kahramanmaraş önemli bir toplantıya ev sahipliği yaptı. Anadolu Alimler Birliği, 4. İstişare Toplantısı için Maraş’ı seçmişti bu sefer. “Türkiye’nin ve Ümmetin Selameti Adına Ulemanın Yol Haritası” alt başlığıyla düzenlenen toplantıya Türkiye’nin dört bir yanından 100’e yakın alim, hoca, akademisyen ve müderris katıldı. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da telefon bağlantısıyla katıldığı toplantıda gün boyu “ne oluyor, ne olacak, ne yapmalıyız?” sorularının peşine düşüldü.
Bende vakit yine her zaman olduğu gibi kısıtlı olduğundan ancak yarısına kadar fiziki olarak takip edebildiğim programda aklımda sürekli kendisi de o esnada salonda olan Mahir Ünal’dan dinlediğim bir menkıbe vardı.
Menkıbe şöyle: Adamın biri, Abdülkadir Geylani Hazretlerinin huzuruna gelip “müridin olmak istiyorum” demiş. Abdülkadir Geylani adama “sevdiğin bir şey yahut biri var mı?” diye sormuş. Adam da düşünmüş ve “hayır” demiş, “sevdiğim herhangi bir şey de yok herhangi biri de.” Bunun üzerine büyük şeyh, “o zaman seni mürit olarak alamam, önce sevdiğin bir şey yahut biri olması gerekir” demiş adama.
Adam biraz da hayal kırıklığıyla Abdülkadir Geylani Hazretlerinin huzurundan ayrılmış. Dönüş yolunda birden aklına bir şey gelmiş ve dergâha koşmuş yeniden. “Şeyhim” demiş, “benim bir sarı ineğim var. Onu çok severim.” Abdülkadir Geylani Hazretleri elini adamın omzuna koyup şöyle demiş: “O zaman sarı inekten başlayalım.”
Bu, burada bir dursun.
Türkiye’de cari din dilinin bugün geldiği noktada sıkıştığımız yer şurası. Kim “sarı ineğimi seviyorum” dese ona “sen Hindu musun?” diye soruyoruz. Oysa bu topraklarda yaşayan hemen herkesin dinle, diyanetle ilgili olarak sahip olduğu, sevdiği bir “sarı ineği” vardır. Sarı inekten başlanması “elde var bir” olabilecekken bütün sarı inekleri hayatımızdan çıkarmayı öneren bir din dili, mesafe alamaz hale getiriyor bizi.
Bunu bir kez daha söylemiştim. İnancınız o yöndeyse yapmanız gereken şey “kadınların çalışmak zorunda olmadığı bir ülke için çalışmak” olmalıdır, çalışan kadınları “günahkâr” olmakla suçlamak değil. Dahasını da söyleyeyim. Kadınların çalışmalarının önünde herhangi bir “inanç engeli” olmadığını, bu konuda bir hüküm, bir nass olmadığını bilen bir alimin “kadının çalışması” konusunda bir sertlik üretmesi de din diline fena halde zarar vermektedir.
Bu da burada bir dursun.
Geçenlerde bir tweet gördüm. Bir hoca, Halil Konakçı Hocaya “aslında bu yapılanlar büyük bir hayra tebdil oldu. Eskiden hesabın 170.000 kişiydi, şimdi 270.000 kişi. Fazladan 100 bin kişiye hitap edeceksin” yazmıştı. Görünür hale gelmek, etkileşim almak, hatta daha sert söyleyeyim “popüler bir figür” haline gelmek alimlerin, hocaların amaçladıkları bir şey olabilir mi? Yahut bu alim, hoca dediğimiz insan için istenir, arzu edilir bir şey midir?
Bir de şu var: Türkiye’de cari din dili ya fazladan sertlik ya da mizah üretiyor nicedir. Türk’ün Türk’e propagandası haline gelen, “lafı nasıl sokmuş ama hocamız” diyerek bünyelerin rahatlatıldığı bir din dili “sarı ineğini seven” insanın işine yarayabilir mi? En iyi ihtimalle tik tokta remikslenmeye yahut instada gülünmeye yarayan “şebeklikler” toplumun ıslahına nasıl yol açacak?
Yahut şöyle sorayım: Lafı gediğine koymakta uzman hocalarımızın yaptığı reddiyelerin toplumun dindarlığının “sahih” hale gelmesine katkısı nedir? İki hocanın karşılıklı kavga etmesindeki “toplumsal fayda” tam olarak nerededir?
Şu “fazladan sertlik” dediğim yeri açayım. “Yumuşacık, pamuk gibi, sürekli alttan alan bir din dili” önerdiğim zannedilmesin. Hz. Ömer’in öfkesi de bizim yolumuzdur, Hz. Osman’ın munisliği de. Sadece “fazladan sertlik üretmek ve bunu sürekli hale getirmek doğru hareket tarzı değildir” demeye çalışıyorum.
Yoksa “baş örtülüden psikolog olmaz” diyen akıl hastası, 28 Şubat artığı bit yavrusuna “yumuşakça davranalım” dediğim zannedilebilir. Zannedilmesin. Pisliğe “pislik” demek de zaman zaman gereken bir şeydir.
Uzatmayayım.
Türkiye’de bugün çok ciddi bir “din dili” sorunumuz vardır. Geniş bir toplumsal zemine hitap etmek yerine kendi kapalı alanlarında “simülatif dindarlıklar” üreten yapıların toplumu değiştirme, dönüştürme şansı yoktur.
Daha da sert sorayım: Taş gibi toplumsal sorunlar ortadayken, her alanda yangın büyürken “kendi korunaklı havuzuna dalmış olmak” Allah’ın dinine hizmet üretmek midir? Belli oranda evet. Ama büyük oranda hayır.
Bugün Türkiye’de din dilinin restorasyonu bir zorunluluk ve aslında bir tarihi sorumluluk olarak ortadadır.
Bu zorunluluğu yerine getirmek için bu sorumluluk alınmazsa kapalı yapıların ürettiği “simülatif dindarlık” da dâhil olmak üzere Türkiye’de dini hayat da, sürdürebilir dindarlık ta tehdit altında olmaya devam edecektir.
Bugün, tüm dünyaya söyleyecek sözü olan Müslümanlar adeta “söz almamak için yanlış yapma” yarışı içerisinde. Bu ya değişecek ya da sözümüzü geri çekip modern dünyanın tüm aptallıklarının bizi, nesillerimizi teslim aldığını görerek öleceğiz. Durum budur.