Bir meczuptan öğrendim beklemeyi. Bir denizin kenarında, bir dağın başında, bir vadinin yamacında falan değildi. Derin ve üzüntülü bakışlarla sigarasından ölümüne nefesler de çekmiyordu. Sadece beklemenin büyüsüne kapılmış olarak bekliyordu. Kimseyi ve hiçbir şeyi… Beklediği tam olarak beklemenin kendisiydi. Aklını kapının dışında, dünyanın ötesinde bırakmış, beklemenin öğreticiliğinin dışında bir öğretmen kabul etmeksizin bekliyordu. Ondan öğrendim beklemeyi. Öğrendim ama “bekledim” diyemem yine de.
Bir dervişten öğrendim yanmayı. Dağı, taşı, ırmağı aşıp; çıkınında aşktan gayrısına yer ayırmadan varır gelir, dergâhın en arkasına oturur, ateşte unutulmuş yağ nasıl yanarsa öyle yanardı. Şeyhinden ne bir söz beklerdi ne bir bakış. Bir lahza, bir lahzacık olsun şeyhi de ona baksın ister miydi? Elbette hayır. Denilebilir ki bu dergâhtan da bu hayattan da istediği tek şey yanmaktı ve yanmanın dışındaki bütün şeyler onun için bir beklentisizlikti. “Kaç yıldır bu dergâha yüz sürüyorum, benden daha az derviş olanlar iltifata mazhar oluyor da ben bir kez bile çağrılmadım” diye düşünürdü başkası olaydı. O, bırakın böyle şeyleri düşünmeyi, yanmanın dışında hiçbir şeyle ilgilenmiyordu bile. Çıkınında aşkla dergâha geliyor, yanıyor ve çıkınında aşktan başkasına yer ayırmadan dönüyordu dergâhtan. Yana yana hiç kimseye dönüşmüştü ve hiç kimseye dönüşmek onda sadece bir meczubun onu beklediği fikrini uyandırıyordu, fazlasını değil. Ondan öğrendim yanmayı. Öğrendim ama “yandım” diyemem yine de.
Bir keşişten öğrendim huzursuz olmayı. Şehrinin en zengin adamının oğluyken dünyanın cümle nimetine yüz çevirmiş, beline al kızıl zünnarını takmış, şehrin ortasında “hakikati, yalnızca hakikati” diyerek dikilmişti. Aramış, aramış, aradığını buldukça arama isteği daha da artmıştı. Sonunda bir dağın doruğuna erişmiş, orada mağaralar dolusu keşiş bulmuş ve hiçbirinde bulamamıştı aradığını. Kitaplar devirmiş, kütüphaneler içmiş, rüyalara yatmış, tılsımlara bel bağlamış ve hiçbirinde bulamamıştı aradığını. Huzursuzluğunu giderecek suyu aramış, onu bulduğunu sanmış, suyun sızladığını anlayınca vazgeçmişti. Huzursuzluğunu giderecek ateşi aramış, onu bulduğunu sanmış ve ateşin uçkunlarının çaresizliğini görünce vazgeçmişti. Ondan öğrendim huzursuzluğu. Öğrendim ama “huzursuzum” diyemem yine de.
Bir anneden öğrendim sabrı. Başına ne gelirse gelsin şükürle susmayı ve umut etmeden beklemeyi bilirdi. Gelenin nereden geldiğini sezerdi. Gidenin neyle gideceğini bilirdi. Duadan başka silah, zikirden başka yöntem tanımaz, sabırla usul usul pişirirdi yüreğini. Öyledir, sabır yürek pişirir, yürek dert bölüşür ve bölüşmek, derdi ekmeği bölüşür gibi bölüşmek insanı en olgunundan bir sabır meyvesine dönüştürür. O da öyle yapardı. Susar ve bölüşür, bölüşür ve susardı. Ondan öğrendim sabretmeyi. Öğrendim ama “sabredebildim” diyemem.
Bir bebekten öğrendim öğrenmeyi. Çünkü öğrenmenin tek yolunun hayret etmek olduğunu ancak bir bebekten öğrenebilirdim. Anneye bakıp onun kendisini doyurmasına hayret etmeden, babaya bakıp onun kendisini korumasına hayret etmeden, yürüyebilmeye hayret etmeden ve koşabilmeye ve konuşabilmeye hayret etmeden öğrenilen şeyin asla öğrenilmiş olmayacağını bir bebekten başkasından öğrenemezsiniz çünkü. Bir bebeğin taşıdığı hayrete hayret etmeden öğrenemezsiniz. Öğrenmeyi bir bebekten öğrendim. Öğrendim ama “öğrendim” diyemem yine de.
Sen şimdi bana “ya aşk?” diye soracaksın, “aşkı kimden öğrendin?” Seni bilirim ben. Öylesindir sen. Hayretin bitmiştir bitmesine de merakın asla bitmez.
“Bir şairden mi öğrendin?” diye sor hadi. Ben de sana diyeyim ki “hayır, bir şairden aşk öğrenilmez çünkü şairlerin bildiği sadece aşkın gölgesidir, aşkın duvara yansımasından ibarettir. Aşkı şairden öğrenirsen onu çaya katılmış şeker zannedersin. İşe koyulmuş çalışkan öğrenci zannedersin. Denize bakmak zannedersin. Sevdiğine şiirler yazmak zannedersin. Yanıltır seni şairler çünkü vadilerle boş boş dolaşmaktır onların işleri.”
“Bir kadından yahut bir erkekten mi öğrendin?” diye sor hadi. Ben de sana diyeyim ki “hayır, bir kadından da bir erkekten de aşk öğrenilmez çünkü kadınların da erkeklerin de aşktan anladığı ya beklentidir yahut iktidar savaşı. Aşk orada oturmaz. Orada barınmaz. Onun adı aşk olmaz.”
Sorma. Ben söyleyeyim. Bir iç geçiriş kalmış aklımda. Olmayacak duaya âmin deyişin iç geçirişi değil, hayır. Yaşlıların hayıflanırkenki iç geçirişi değil, hayır. Yorgunluktan sonraki iç geçiriş değil, hayır. Bir meczubun, bir dervişin, bir keşişin, bir annenin ve bir bebeğin aynı bünyede toplanıp iç geçirdiğini düşün. Tam da öyle bir iç geçiriş kalmış aklımda işte. Aşkı o iç geçirişten öğrendim. Öğrendim ama “âşık olmadım” diyemem bu kez. Yalan olur bu.
Buraya bir iç geçiriş gelecek.