“Elçi, içimizde akan yıldızdır
Ve onu aydınlıklar aydınlığı bir ışık izler
Onun yıldızlara da lütfu vardır.
Hak, sözüdür O’nun; adalet, yoludur.
Kim uyarsa O’nun çağrısına, kim katılırsa O’na, kurtuluş onundur.
Savaşçıdır en cesurundan. Kalpler korkudan titrese bile o, amacına ilerler.
İsyandan, örtmeden uzak tutar bizi, dolunaydır o, göğü parıldatır.
Ve yalan yoktur sözlerinde, hiç olmamıştır.
O bize görünür görünmez tasdik ettik O’nu ve uyduk sözlerine…
Bazıları yalanladı onu. Bizse en mutlusu olduk Arapların.”
Dama serdiği yatağında gökyüzünü seyredip Allah’ı tesbih ile meşgul olan büyük şair Kâ’b’a aslında şunu teklif etmişlerdi: “Git, Allah’ın peygamberine bir mazeret beyan ediver de seni affetsin. Biliyorsun ki seni sever. Küçük bir yalan, basit bir mazeret bu çektiğin acıyı sonlandırır.”
Kâ’b, zorluk seferi olarak adlandırılan Tebük seferine niçin gitmediği sorulduğunda yalan söylemeyi yahut mazeret beyan etmeyi kendisine yedirememiş, açıkça “nefsime uydum” demişti. Şimdi, Tebük seferinden geri kalan iki arkadaşıyla birlikte kesin ve keskin bir sessizlikle cezalandırılmışlardı. Arapların bu en parlak şairi, kavminin ulusu, Allah’ın Resulüne Akabe’de biat eden 12 Medineliden biri olan Kâ’b, 40 gündür bu boykotun tam ortasındaydı. Amcası oğlu Muaz, “eşinden boşanma ama onu da yanından gönder. Kesin olarak yalnız kalacaksın. Allah’ın ve Resul’ünün muradı böyle” haberini getirdiğinde boynunu eğmiş ve bu emre de itaat etmişti.
Ahval böyleyken gelmişti yanına bir Şam habercisi. Ona “ben, senin yakın dostun Gassan Meliki Haris bin Ebi Şimr’in elçisi, habercisiyim. Melikim sana selamların en büyüğünü söyledi” demişti. Ardından kuşağından bir mektup çıkarıp okumaya başlamıştı: “Bana ulaştı ki arkadaşın sana cefa ediyormuş. Allah seni hakaret görecek ve hakkın zayi olacak bir mevki’de yaratmamıştır. Bize gel! Sana hürmet ve ihsanda bulunuruz!”
Kâ’b, şöyle karşılamıştı mektubu: “Bu da öbürü gibi bir imtihandır. Emir ve murat böyle çünkü.”
Haberci, bu beklemediği tepki karşısında ikna etmeye çalışmıştı onu: “Ey büyük şair. Duydum ki bir dolunaydır Medine’de hiç kimse seninle konuşmuyormuş. Duydum ki Muhammed(s.a.v), sana yatağını bile ayrı serdirmiş. Eşinden ayrı koymuş. Duvara serdiğin bir şilte yurdun olmuş. Bence bu sana yapılan bir haksızlıktır. Şimdi benimle beraber Şam’a, Hristiyan Arapların esenlik yurduna gelsen… Şiirlerini orada söylesen… Melikim seni izzet ve ikrama boğsa. Herkes sana saygıda ve tazimde bulunsa. Mal istersen mal kazansan… Kızıl tüylü develer, sulak hurmalıklar istesen de melikim verse sana onları. Türlü cariyeler, Hintten gelme yataklar, Sindden gelme yorganlar ihsan etse…”
Kâ’b, haberciyi dinledikten sonra tane tane cevaplamıştı onu: “İnsanlıkta kardeşim Haris’e selam et. Onunla zamanların en güzelini geçirip, dostlukların en kıymetlisini yaşadım. Doğrusu, dillere destan cömertliğinden de, kardeşliğinden de eminim. Ancak… Ben vurgunların en büyüğünü yedim. Allah’a ve Resulüne âşık oldum. Gözüm ne şanı, ne şöhreti, ne tazimi, ne yatağı, ne yorganı aramakta… Şu dünyanın en rahatsız şiltesinde, Allah’ın hükmünü bekleyip, kaderime rıza göstermekten başkaca bir arzum da, beklentim de yoktur.”
Şöyle demişti haberci: “Anlamıyorum. Neredeyse 40 gündür Medine’de kimse seninle konuşmuyor. Eşinden ayrı, dışarıda bir şiltede yatıyorsun. Cömertliği ve dostlarına dostluğu dillere destan melikimse sana her türlü ikbali vadediyor. Ama sen bunları hepsini elinin tersiyle itiyorsun. Gerçekten anlamıyorum. Bu kadarı ancak geçmişte kalan Aziz hikayelerinde olur.”
Şöyle demişti Kâ’b: “Yeryüzü ve içindekiler bana çok dar geliyor. Mescide gittiğimde Resulullah’ın bana her zamanki gibi gülümsememesi kalbimi ağrıtıyor. Ölecek gibi oluyorum. Ben Rabbimin dağı yarıp bana bir yol açmasını bekliyorum şu şiltenin üzerinde. Şüphesiz Rabbimin her şeye gücü yeter ve O adildir.”
Biz mi? Biz de Rabbimizin dağı yarıp bize bir yol açmasını bekliyoruz beklemesine ama ne zaman yanımıza bir haberci gelse “iyi teklifmiş bu” diyor ve tereddütsüz kabul ediyoruz söylediklerini. Ne şiltemizi, ayrı sermeye katlanıyor, ne de “emir ve murat böyle” diyecek teslimiyete ulaşıyoruz. Gazzeli çocukların yüzümüze bakıp gülümsememesi ağrıtmıyor kalbimizi. Ağlamaları ve hatta ölmeleri bile ağrıtmıyor. Doğrusu bu ya, artık hiçbir şey ağrıtmıyor kalbimizi. Bırakalım dağın ikiye yarılıp yol olmasını, o dağ üzerimize yıkılsa yeridir.
Kâ’b’ı Mümin yapan neyse o bizde yok. Ondandır bu durumda oluşumuz.
O dağ niçin yarılsın ki? | İsmail Kılıçarslan (yenisafak.com)