Bakmayın siz Cem Yılmaz isimli eski komedyenin, Nasrettin Hoca’nın o meşhur fıkrası üzerinden yapmaya çabaladığı “esrarkeş” esprisine. Nasrettin Hoca’nın tüm fıkra ve nüktelerinde olduğu gibi “göle maya çalma” fıkrasında da İslam’ın ve Anadolu’nun ruh kökünün kodları vardır.
Hatırladığım kadarıyla bu fıkranın en son şerhini rahmetli ustamız Rasim Özdenören “Göle Maya Çalmak Ne Demek?” başlıklı yazısında yapmıştı. O, meseleyi “imkânsız gibi görünenden kaçınmamamız gerekir” diyerek şerh etmişti ama benim açımdan bu fıkranın meselesi çok daha net: “İmkânsızla uğraşarak vakit kaybetmek yerine imkânlıyı seç. Elindeki maya neye yetiyorsa onu mayala.”
Bir başka patika bulalım kendimize.
Anadolu’nun bazı köylerinde yaşı 1.000’i aşkın mayalar bulunduğunu biliyoruz. İlk mayayı çiğlerden toplayan insanlar, bin yıldır o mayayı koruyorlar. Bu, bu topraklara muazzam bir “sürdürülebilirlik” katıyor her şeyden önce.
Anadolu’nun hemen her yerinde karşımıza çıkan “mayası bozuk” kavramsallaştırması, malum “aile terbiyesi almamış” manasına gelir büyük oranda. Yani “mayalanmamış” yahut daha kötüsü “yanlış mayalanmış.”
Böylelikle “mayanın olgunlaştırıcı gücü” gerçeğinin altını da çizmiş olur “mayası bozuk” tamlaması.
İlk patikaya dönelim.
Göle maya çalmak, aslında ipe un sermekle aynı şeydir ama daha asil görünür bakan gözlere. İmkansızın peşinde koşmaktır çünkü göle maya çalmak. İpe un sermekse olmadık bahane bulmaktır. Oysa ikisinin de sonucu değişmez. Gol olmasını umduğunuz şut ister asilce ister tembelce taca atılmış olsun, fark eder mi? Sadece “daha yakışıklı” bulunursunuz.
Uzun anlatmaktan yanayım bugün. Şöyle: Bugün Türkiye’de insanların düştüğü en vahim yanılgılardan biri “göle maya çalma”nın asaletli büyüsüne kapılmış olmaktır. Yaşadıkları şehri, ülkeyi, dünyayı, dini, ideolojiyi “göl” sayan, elindeki mayanın da o gölü yoğurt yapacağına inanan bir tuhaflık geliştiriyor insanlar.
Oysa bilinen şeydir: Maya ile mayalanan şeyin şartları arasında doğrudan bir bağ bulunur. Bu bağı sağlıklı kuramazsanız yoğurt yiyemezsiniz.
Bir başka patika bulalım yine.
“Anadolu’da bin yaşında mayalar var” dedik. Öyle inanıyorum ki Anadolu’nun bu mayaları bütün Türkiye’yi hatta bütün dünyayı mayalamaya yeter.
Ancak bunun bir şartı var: Gücümüzün yettiğini mayalamak. Maya ile mayalanan şey arasındaki bağlantıyı “imkanlı” hale getirerek finalde “yoğurttan bir göl” hayal etmek yerine “bir bakraç gerçek yoğurt” elde etmek.
Bir şeyi gerçekleştirmemenin, hayata geçirmemenin en kestirme yollarından biri, belki de birincisi o şeyi büyütmektir. Bugün 80 metrekarelik bir ev yapmak yerine “yakın gelecekte 500 metrekare yaparız” demek kabaca “ben ev yapma fikriyle değil ev yapma hayaliyle yaşıyorum” demektir.
İşe koyulsak, kolları sıvasak ve “bir bakraçla başlayalım” desek elimizde yoğurduğumuz olacak ve o yoğurttan elde edeceğimiz maya ile belki de bir kazan yoğurt mayalayacağız. Ama hayır, illa o gölü yoğurt yapmak derdindeyiz. Gücümüzü aşan şeyleri hayal ederek hayalimizi imkânsız hale getirmenin ve sürekli imkânsızlıktan yakınmanın derdindeyiz yani.
STK’larımız da, bürokrasimiz de, politika üreticilerimiz de, hatta din âlimlerimiz ve düşünürlerimiz de sürekli göle maya çalmaya çabalayıp “gördünüz mü, ne kadar da asil bir çabanın içindeyim” pozu kesiyor.
Dahasını söyleyeyim de öyle bitireyim. Göle çaldığımız yoğurdumuz tutmayınca mayamız da bozuluyor, bozulur.
Ufak, sakin ve serin adımlarla yola koyulmak. “İbadetin makbulü az da olsa devamlı olandır” hadis-i şerifini tam da buradan ve bu şekilde anlıyorum ben.
Maya çalmayı öğrenmezsek mayamızı çalarlar erenler.