Gündemim Gazze. Başka bir şey için pek toparlayamıyorum zihnimi. Boykottu, eylemdi, grevdi, sıradaki planlamaydı derken “iyi ki Allah benim, tarihin bu olağanüstü anında, Gazze’den başka bir şeyle meşgul olmama izin vermiyor” diyorum.
Şimdi size bazı Filistin filmleri sıralayacağım. İlki ve bence en önemlisi, alt metnindeki olağanüstü politik eleştiriler yüzünden çekildiği dönemde pek çok Arap ülkesinde yasaklanan ve 3 Filistinli mültecinin Irak sınırını geçip Kuveyt’e yani kendileri için “Vaat Edilmiş Topraklar”a ulaşma serüvenini anlatan Güneşteki Adamlar. Filistinli büyük yazar Ghassan Kanafani’nin romanından uyarlanan, Mısırlı yönetmen Tevfik Salih’in çektiği filmin yapım tarihi 1962. Aradan geçen 60 yılda Filistin, Filistinliler ve Arap ülkeleri açısından hiçbir şeyin ne yazık ki değişmediğini anlatan film, Amerika’da özel olarak restore edilmiş.
Muhteşem bir belgeselden de söz edeyim. “Küçük Filistin: Bir Kuşatmanın Günlüğü” adını taşıyor. Suriye’nin pislik diktatörü Esed, dünyadaki en büyük Filistin mülteci kampı olan Yermuk bölgesini uzun süre kuşatmış, Yermuk’un bütün dünya ile irtibatı kesilmişti. İşte bu belgesel, o kuşatmanın hikâyesi.
Peki ya, 1960’larda FKÖ ile birlikte İsrail’le savaşmaya girişen Japon sosyalistlerin gündelik görüntülerinden elde edilen “R21 Aka Restoring Solidarity” belgeselinden bahsetsem size?
Bir de tabii Tale of the Three Jewels ile Mediterranean Fever var. İki filmi de ortaklaştıran şey, savaşın, kuşatmanın, zorlukların tam ortasında dostlukla, dayanışmayla, güzel davranışlarla ayakta kalan insanların öykülerini anlatması.
“Yahu bize niye durduk yerde bu önemli Filistin filmlerinden bahsediyorsun?” diyecek olursanız cevabımı vereyim: Bu önemli Filistin filmleri, an itibariyle İstanbul’da düzenlenen, 16 Aralık’a kadar da devam edecek olan Boğaziçi Film Festivali’nin “Filistin filmleri seçkisi”nin filmleri de ondan.
Hayır hayır, yanlış hatırlamadınız. Bu yıl on birinci kez düzenlenen festivali en çok geçen yıl ödül töreninde yaşanan o rezaletten hatırlıyorsunuzdur. Hani ödül alan yönetmen Özcan Alper, “Türk Silahlı Kuvvetleri kimyasal silah kullanıyor” iftirasını atan tabipler odası bilmem neyi Şebnem Korur Fincancı’ya destek açıklaması yapmıştı da oyuncu kardeşimiz Burak Haktanır da Alper’e ağzının payını vermişti.
Peki ne oldu da sadece bir yıl sonra, Türkiye’de neredeyse bütün ünlümsüler Gazze ve Filistin konusunda “yönetilen bir sessizlik”i seçmişken Boğaziçi Film Festivali, izleyici karşısına Filistin filmleri seçkisi ile çıkmaya karar verdi, dahası bunu göze aldı?
Hah. Geldik mi “isteyince oluyormuş” dediğim yere. Çok basit bir şey yaptı bu sene Boğaziçi Film Festivali yönetimi. Festivalin artistik direktörlüğünü “kardeşim” demekten mutluluk duyduğum Samed Karagöz’e teslim etti. Samed de, bir film festivalinin gerektirdiği kaliteden de, inandığı meseleleri savunma cesaretinden de vazgeçmeden “istenince olur” diyerek bizi olağanüstü Filistin filmleriyle buluşturmayı seçti. Olması gerekeni yaptı yani. Dünyanın bütün duyarlılık ekseni Gazze’ye ve Filistin’e yönelmişken “yönetilen bir sessizlik” yerine elindeki imkanla Gazze’nin, Filistin’in sesi olmayı tercih etti.
Şimdi bir iki sorum var. Madem bu işler “isteyince oluyor” da şu ana kadar neden olmadı? Neden hayatı poz kesmekten ve şişene kadar içmekten ibaret kötü Avrupa solcusu taklidi adamların, kadınların filmlerinde, şarkılarında, resimlerinde, gösterilerinde boncuk bulmaya çabalayarak ilerletmeye çalıştık hikayemizi? Neden, tam da bugün olduğu gibi “biz, Gazze bu durumdayken elbette Filistin filmleriyle çıkacağız izleyicinin karşısına. Zoruna gidiyorsa git ötede ağla” demedik, diyemedik bu çakma tiplere? Neyin kompleksi idi bu?
Ya da şöyle sorayım: Turizm Bakanımız, “geç bir öğlen yemeğinde çok önemli projelerini anlattığı” ve en son Hamas’a terörist derken gördüğümüz Fatih Altaylı’yı da koluna takıp festivalin açılış filmi de olan The Teacher’ı izlemeye Boğaziçi Film Festivali’ne gelir mi?
Bu arada Gazze ile ilgilenen hemen herkesin izlediği bir ödül töreninden biliyoruz The Teacher filmini. Red Sea Film Festivali’nde “en iyi oyuncu” dalında Saleh Bakri ile ödüle uzanmıştı film. Bakri, ödül törenine katılamamış, oyuncunun yerine ödül konuşmasını yapmak yönetmen Farah Nabulsi’ye düşmüş, Nabulsi dünyaya “çocuklarımızı öldürmekten vazgeçin” diye haykırdığında salonu dolduran ve “acaba ajansım ne der?” diye düşünmeyecek kadar namuslu insanlar elleri patlayana kadar alkışlamışlardı onu. Biz de “modern tarihin gördüğü en kötü ünlümsüler bizim ülkemize düşmüş ulan” diye hayıflanmıştık.
İki şeyle bitireyim.
Öncelikle Samed Karagöz’ü tebrik ederim. “Durduğu yerde durarak” ve “geriye kalan hiçbir şeyi önemsemeden var olarak” da şahane işler yapılabileceğini, sözümüzü dünyaya duyurabileceğimizi gösterdi bize.
İkincisi ise şu: Dünya, ona müdahale edenin değiştirmeye güç yetirebileceği bir gezegen. Siniklerin, uyumlananların, “aman şimdi ne derler canım”cıların değil.
Arz ederim.