İSMAİL KILIÇARSLAN - “ENE İNSAN, ENE İNSAN”

İSMAİL KILIÇARSLAN - “ENE İNSAN, ENE İNSAN”

İSMAİL KILIÇARSLAN - “ENE İNSAN, ENE İNSAN”


“İnsanın zalimliğinin, kadir kıymet bilmezliğinin ve de kendi türüne düşmanlığının ne ucu ne de bucağı var” diyen kötümserlere kızardım gençliğimde. İnsandan umudu kesmenin hiç olmayacak bir şey olduğunu düşünürdüm. Bunca yıl yaşadım gençliğimin üzerine, yine de aynısını düşünüyorum. Tek bir farkla. Bunun bir kendimi aldatma yöntemi olduğunu da biliyorum artık.

Adı Ömer. Adı, adımıza benziyor. Acılı, yenilmiş bir yüzü var. Yüzü, yüzümüze benziyor. O meşum gecenin ardından yüzüne değişmeyen ve bir daha da değişmesi çok mümkün olmayan bir keder yüklenmiş. İnanın bana, kederi bile kederimize benziyor.

Halep’te doğmuş Ömer. Emperyalistlerin çizdiği ve bizi mahkum ettiği saçma sapan sınırlar yüzünden “Suriyeli” denmiş ona. Zorla öğretmişler “Suriyeli” olduğunu. Çünkü o sınırlar olmasa dünyayı yönetmenin zor olacağını hesaba katmışlar.

Suriye’de yine emperyalistlerin çıkardığı o aptal savaştan kaçmış Ömer. 12 yıl olmuş Türkiye’nin Hatay’ına sığınalı. Aptal emperyalistlerin oyunları tutsaydı şimdi adına “Hatay Cumhuriyeti” diyeceğimiz, ikinci dilin Fransızca olacağı ve tuhaf bir karakol gibi Anadolu coğrafyasının ucuna yerleştirilecekti. Aptal emperyalistlerin oyununu bozmuşuz da “Türkiye’de bir şehir” demişiz iki gözümüzün bebeği Hatay’a.

Deprem gecesi Hatay’da imiş Ömer. Eşi ve altı çocuğu ile birlikte, günlerin zaten çok zor geçtiği bu şehirde, savaştan kaçıp depreme yakalanmış Rabbin bir tecellisi olarak.

Depremin o ilk anında eşini ve dört çocuğunu dışarıya atmayı başarabilmiş. Fakat biri on dört, diğeri on yedi yaşında olan iki evladı enkazın altında kalmış.

Duvar ustası imiş Ömer. Belki de Halep’in o dillere destan taşlarını dize getirip inci gibi evler yapan ustalarından biridir yani.

İlk anda, içeriye girmeye, çıplak elleriyle enkazı yarmaya, Ahmet’ine ve Cemali’ne ulaşmaya çalışmış. Zorlamış, çırpınmış, didinmiş. Giriş katta olan daireleri tamamen yerin altına indiğinden çıplak elleriyle bir şey yapamamış.

Tam beş gün didinmiş Ömer. Kocaman bir yıkıntıya dönüşen Hatay’da sıranın evinin bulunduğu binaya gelmesi için uğraşmış. Nihayet beşinci gün bir ekip gelip dinleme yapmış. Yaşam belirtisi görmüşler. Vinçler ve diğer ekipmanlarla gelmek üzere dönmüşler. Yaşam belirtisi haberini alan Ömer, duramamış yerinde. Amcasının oğluyla birlikte, gecenin karanlığında, bir kez daha girişmiş enkaza. Bir yandan “Ahmedim, Cemalim, sesimi duyuyor musunuz?” diye bağırarak.

Tam o sırada gelmiş bir takım insanlık düşmanları. Ne bir soru, ne bir sual. Ömer’e ve amcasının oğluna doğrudan girişmişler. Öldüresiye dövmüşler. Belki de “ölmüştür artık” diye bırakmışlardır Ömer’i. Ölmediğini bilseler, öldürürlerdi belki de, yarım bırakmazlardı kahrolası, yere batası işlerini.

Burnu, kafası, her yeri kırılmış Ömer’in. Tam dört gün sadece kan tükürmüş. Ve dayak yerken sadece şöyle bağırabilmiş “ene insan, ene insan; ben insanım, ben insanım.”

Ne bilsin Ömer, karşısında bir insan topluluğu yerine bir domuz sürüsünün olduğunu?

Depremin dokuzuncu gününde kaldırıldı enkaz. Ahmet ve Cemal’in cansız bedenlerine ulaşıldı.

Eğer bu yazıya erişir de okursa Ömer’den bir ricam var. Lütfen ama lütfen bizi affetmesin.

Dikkat. “Kendisine saldıran domuz sürüsünü affetmesin” demiyorum. Bizi, bu ülkenin tüm insanlarını affetmesin. Hem de asla. Çünkü biz, bu faşist domuz sürüsünün tam içimizde, tam yanımızda, evimize, dükkanımıza komşu olmalarına izin verecek kadar geçmişiz kendimizden.

Artık partileri, örgütleri, liderleri var bu faşistlerin. Çok çabuk organize olup çok çabuk “katliam modu”na geçebiliyorlar. Tek başlarına dünyanın en zavallı, en korkak tipleri bunlar elbette. Ama sürü haline geldiklerinde yıkıcı ve çok tehlikeliler. Ve biz, bu domuz sürüsünün büyümesine çeşitli nedenlerle kayıtsız kaldık. O yüzden affetmesin bizi Ömer. Biz, bu ihmalin, bu vurdumduymazlığın hesabını Allah’a verelim. Cezamız neyse de o cezaya razı olalım. Çünkü bilinen şeydir: Kötülüğe sessiz kalan, o kötülüğü yapan gibidir. Veyl olsun bize.

Not: Ömer’in hikayesinin detaylarını, Elif Zehra Kandemir’in perspektif.eu da kaleme aldığı titiz yazısından öğrendim. Kalemine sağlık.