Dize Didem Madak’ın Ahlar Ağacı şiirinden. “Olanlar oldu tanrım / bütün bu olanların ağırlığından beni kolla”
Deprem-kader ilişkisi, popüler kültürün dip dalga meselelerinden biri. “Depremde ölmek kader değil” diyenlerin de “bu tam tamına kader” diyenlerin de çeşitli argümanlar geliştirdiği, çetrefilli bir mesele.
“Depremde ölmek kader mi?” sorusu bana İslam düşünce tarihinin en zorlu tartışma alanlarından birini, “ecel tartışması”nı çağrıştırıyor en çok.
Sorumuz şu olsun: Deprem bölgesindeki binaların bütün tedbirleri alınmış, imar planlarına uygun, malzemeden çalınmamış, ruhsat için belediyede adamı bulunmamış olsaydı yine de insanlar o gün, o saatte ölecek miydi? İslam tarihinde bu soruya “evet, elbette öleceklerdi, çünkü vadeleri dolmuştu” diye cevap verenler de olmuş, yaklaşık olarak “hayır, ölmezlerdi çünkü tedbir ecele engeldir” diyenler de olmuş, “insanın eceli Allah’ın elindedir ve ecel ölünce gerçekleşir. Dolayısıyla tedbirin ecele engel olup olmayacağını kestiremeyiz” diyerek meseleyi müphem ama bence tertemiz bir alana çekenler de olmuş.
“Dua, tedbir, tecelli” üçlüsünü sadece “tedbir ve tecelli” olarak ikiye de indirebiliriz pekala. Duayı, tedbirin manevi yönü olarak anabiliriz. “Dua etmek işe yaramaz” diyen aklın sefaletini bir yana bırakalım ama bu hususta kafaların oldukça karışık olduğunu da söylemek lazım.
O nefis hadis-i şerifin metni “bağla da tevekkül et” şeklindedir. Hani bir bedevi, devesini öylece salıveriyor da Efendimiz(s.a.v) de ona “bağla da tevekkül et” diyor. Oradaki “bağla” kelimesi Arapçada “akıl” kelimesiyle ifade edilir. Yani, bir dil mucizesi olarak Efendimiz (s.a.v) o bedeviye “aklet de öyle tevekkül et” demiş oluyor.
Ne tedbir tevekküle mani, ne tevekkül tedbire. Birbirlerinin sonucu ya da çelişiği değil, mütemmim cüzü bu iki kavram. Hem sürekli akledip tedbir alacaksın hem de sürekli tedbirini aldığın şeyin sonucu konusunda Allah’a tevekkül edeceksin.
Tam burada soruyu yineleyelim: “Bütün tedbirler alınsaydı ve yine de o büyüklükte bir deprem olsaydı bu kadar insan ölür müydü?”
Benim buna cevabım “müphemiyet” olacak. Bunu asla bilemeyiz. Zira insanın eceli sadece Allah indindedir ve Allah belki de tedbirler alınsaydı, her şey yerli yerinde olsaydı bile onca insanın ecelini yaratacaktı. Yahut belki de alınan tedbirlerden ve kendisine yönelen tevekkülden razı olup ölen insanların ecellerini yaratmayacaktı.
“Tedbirsizliğin suç sayılması, sonuçtan bağımsızdır” demeye çalışıyorum aynı zamanda. Bu depremde bütün binalar yıkılmış ve mucizevi şekilde bir kişi bile ölmemiş olsaydı bile binalar için tedbir almayan sorumlular baştan aşağıya bu tedbirsizliğin suçlusu olurlardı.
Dönelim “depremde ölmek kader mi?” bahsine. Evet ve elbette kaderdir. Bu kaderin böylece tecelli etmesini sağlayan sebepler zincirinde tedbirsizliği, kusuru, hatası, suçu olan herkes de aynı zamanda sorumludur. Mesele bu kadar basit ve nettir benim açımdan. Deprem Allah’ın işi, tedbir kulun vazifesidir zira.
“Dua bu işin neresinde?” derseniz yinelemek isterim. Dua da tedbire bizatihi dahildir. Allah, duamıza icabet ederek tedbirimizi kabul buyurabilir yahut tedbirsizliğimizi affedebilir, bela ile sınamaz bizi. Yahut duamıza icabet de etmeyebilir ki bu “adetullah” dediğimiz ilahi düzene uygun bir seçenek olmamakla birlikte Allah’ın bileceği şeydir.
Dümdüz söylemek lazım gelir: Mesele Allah’ın Allahlığı ile ilgili değildir, haşa. Mesele kulun sorunluluğunu, vazifesini, tedbirini, duasını eksik tutup tutmamasıyla ilgilidir.
“Bütün bu olanların ağırlığından beni kolla” nefis bir duadır ve tedbire dahildir. Rabbimiz, bizi bu olanların ağırlığından korusun. Bize merhameti ve sonsuz lütfuyla muamele etsin.
Diyanete çağrımdır
Diyanet’in verdiği “evlatlık fetvasında ne sorun var da bu denli tepki aldı?” sorusu o fetvayı gördüğüm günden beri aklımı kurcalıyor.
İki cevabım var buna. Birincisi “din dilinin sağlıklı şekilde yenilememesini” olacak. O fetvanın dümdüz bir Türkçe sorunu vardı. Ne dediği çok belirsiz, yanlış çıkarımlara çok müsait, katır kutur bir Türkçe. Bu tip kritik ve “kötü niyetle kullanılmaya müsait” meselelerde toplum ortalamasını gözetmek, dile dikkat etmek öyle kritik ki. Fetvadan “evlatlıklarınızla evlenin” sonucu çıkarmak isteyen densizlere fırsatı bu katır-kuturluk, bu yetersizlik vermektedir.
İkinci cevabım ise bir türlü konuşulamayan, bir türlü sırası gelmeyen bir mesele ile ilgili ve çok uzun aslında. Kısası şudur. Evlatlık, cariye, savaş hukuku, avcılık, miras hukuku gibi meselelerin nasları yani değişmeyenleri bellidir ve vazgeçilemez. Ancak burada, köyler, site devletleri, küçümen devletler döneminde ortaya konulan ve “değişmez” muamelesi yapılan ahkam cidden izahta zorlandığımız bir bilgi yığınına dönüşmüş durumdadır. Bu ahkam, kelimeyi doğru seçemediğimin farkındayım ama tabiri caizse hem ayıklanmalı hem de güncellenmelidir. Bu da ancak topyekun bir uzlaşı ve hareketlenmeyle olabilir. Bu uzlaşı ve hareketlenme ufukta görünmekte midir peki? Hayır maalesef. Düşünmenin imkanlarından uzaklaşmanın doğal sonucu, primitif olana, pejoratif olana, dönemsel olana gereğinden fazla anlam yüklemek olur zira. Nostaljik bir romantizmle elde etmeyi umut ettiğimiz şey nedir? Anlamıyorum. Cidden anlamıyorum.
Diyanete bir çağrım daha olsun mu?
Onlarca farklı formasyonda bir çağrı görüyorum sosyal medyada. Kabaca şu: “Diyanet bir çağrı yapsa da umreye ve hacca gidecek insanlar bu sene umre-hac paralarını deprem bölgesine bağışlasalar.”
Doğrusu ilk başta kimseye “sevimsiz” gelmeyecek bir çağrı bu. Öyle ya. Memleket çok zor durumda ve bir fedakarlık çağrısı çok iyi olabilir. Kaldı ki zaten umre için biriktirdiği parasını depremzedelere bağışlayan çok sayıda insanın varlığına şahit olduk.
Fakat bu çağrının aynı zamanda çok sevimsiz bir “sekülerlerin aleme nizamat vermedeki şımarıklığı” tarafı var. Orası çok rahatsız edici.
Örneği şuradan vereyim mi: “Devletin bir kurumu çağrı yapsa da bu sene alkollü içeceklere, tatillere, kafelere harcanacak paraları deprem bölgelerine gönderse insanlar.”
Bakınız, diyanetin “umreye gitmek yerine bu yıl umre paralarınızı deprem bölgesine bağışlayın” çağrısı yapması çok sevimli olabilir. Bu, başka bir şey. Ama Diyaneti o çağrıya çağırmanın o kekre tadını alıyoruz hepimiz değil mi? Belirleyici, buyurgan ve fedakarlığı sürekli başkasından bekleyen öküz seküler kekreliği o.
Bırakalım, bu aziz millet her zaman olduğu gibi üzerine düşeni yapsın ve umre için ahırda emekle büyüttüğü danasını deprem bölgesine gönderen dindar teyzeye de, Antalya’da 15 gün tatil yapmak için biriktirdiği parasını derhal bölgedeki insanlara yollayan beyaz yakalıya da bu iyiliği için müteşekkir olalım. Ama yok. İlla aradan bir buyurganlık, bir belirleme çabası, bir hırtlık çıkartacak bizim sekülerler.
Sekülerlerin de en düşük olanlarına, en buyurgan olanlarına, en hırt olanlarına gelip çattık. Bu da memleketimizin imtihanına dahil.