İSMAİL KILIÇARSLAN - ÇOLAK EMİN...

İSMAİL KILIÇARSLAN - ÇOLAK EMİN...

İSMAİL KILIÇARSLAN - ÇOLAK EMİN...


“Salim’in yüzünden bulutlar geçiyordu o sıra. Büyü yoktu, ama büyümek vardı ve o en çok yüzdeki bulutlarla alakalı bir meseleydi. Bunu bir tek, bir köşede usul usul düğün yemeği yiyen Çolak Emin anladı. Kesik kolunun sızılayan yerini yokladı. Acıyordu niyeyse.”

Tam 5 yıl olmuş Salim’in hikayesini anlatalı. O zamanlar, “Çolak Emin’in hikayesini de yazmak lazım” dediydim. Niyeyse nasip olmamış.

Niye düştü bakalım Çolak Emin aklıma? “Geçen hafta geçindi” dediler de oradan düştü. Ölene, dünyayla geçindiği için mi derler “geçindi” diye yahut ahirette nasılsa bir şekilde geçinecek diye mi, orasını da bilmem.

Emin’in lakabı ta küçüklükten kalma. Kesilen bir ağacın altından vakitli kaçamamış. “Ölür” demişler ama bir kolu dirsekten verme karşılığında tutunmuş hayata. Hem ne güzel tutunmuş.

Köylük yerde bir kolu bir yok bir oğlanın işi ne olur? Yazıya yabana süremezsin, koyuna kuzuya veremezsin. “Okusun madem” denilmiş mecbur. Yan köydeki kaçak medreseye vermişler Emin’i. Nahivdi, usuldü, mantıktı, Celaleyn’di okuyup duran Emin’in insanın halinden iyi, hem de pek iyi anladığını sezen hocası tartıp biçip almış karşısına talebesini. Demiş ki “Emin, ebcedi, cifiri, tılsımı, muskayı, büyü bozmayı öğreteyim sana. Kimi dualar belleteyim. Sen insandan anlayan bir çocuksun. Helali haramı bilen, Allah’tan korkan birisin. Öğrendiğini hayra kullanma sözü verirsen, hele hele meselenin rakamda, büyüde, tılsımda değil de iknada olduğunu çözüverirsen çok hayır dua alır, geçimini de tamam edersin.”

Emin, sezmiş hocasının ne dediğini. Daha on beşine gelmeden papaz büyüsü bozmayı, inci gibi muska yazmayı, kadim tılsımları çözmeyi… Hepsini öğrenmiş ama en çok neyi öğrenmiş diye sorarsanız bana “insanın ek yeri”ni öğrenmiş.

İlimlerden öyle bir ilimdir ki insanın ek yerini öğrenmek, olursa o kadar olsun. Bir kerre tanıdın mı insan denen mahluku, daha sırtın yere gelmez. Kimin neyi niçin istediğini, kimin neyi niçin yaptığını, kimin neden niçin kaçtığını ve daha nicesini sezmiş Emin. Kapısına gelene genelde “zehebe hemmi vel ğammi” diye biten Peygamber duasını muska diye vermiş ama her seferinde bir şey daha yapmış. Konuşmuş insanlarla. Anlamış onları, kalplerinde gizlediklerini.

Kimse “Çolak Emin hoca benimle konuştu da ondan iyi oldum” dememiş tabii. “Nefesi desen nefesi yerinde, hele bir muska yazar ki vay yavrum vay” demişler de başka bir şey dememişler. Hal böyle olunca değil ilçenin, memleketinin dört bir yanından insanlar Çolak Emin’e gelmeye başlamış. Kısa sürede namlı bir “büyükıran” olmuş.

Ben ilçedeyken hastalar sıra olurdu kapıda. “Hasta” denmesinden hoşlanmazdı gerçi rahmetli. “Dertliler geldi, bana müsaade” derdi benimle sabah kahvesi içip yarenlik ettiği günlerde. Emin abiyle konuşmak beni başka, bambaşka birine dönüştürürdü.

Bana sorarsanız, ki bu hikayeyi size ben anlattığıma göre benden başkasına sormamalısınız, Emin’in insanı tanıma bilgisinin büyük çoğunluğu kesik kolunun kefareti karşılığı Allah’ın lütfu olarak bahşedilmişti ona. İnsanın yüzünden geçen bulutları anlar, telaşlıysa sakinleştirir, üzgünse mutlandırır, taşkınsa dindirirdi muhatabını.

Şöyle demişti bir seferinde: “İlmün nefs denmiş benim iştigal ettiğim meseleye. İnsanın kendiliğinin bilgisi manasına… İnsanın kendini bilmesi az şey değil kardeş. İnsan, idrakinin idraksizliğini idrak ederek başlayabileceğini anlarsa dünyayla geçinmenin bir yolunu bulur. ‘Kim kendini bilirse Rabbini de bilir’ o demektir aslında. ‘Sen kendini bilmezsen ya nice okumaktır’ o demektir aslında. Kendini yoklaya yoklaya tanır insan. Acziyetinin çaresizlik değil de çarenin bizatihi kendisi manasına geldiğini insanların hepsine anlatmanın bir yolunu bulsak, dünyada mesele edecek mesele kalmaz.”

Duraksamadan itiraz etmiştim: “Eve çağrılan iki çocuk gibi gerçek dünyadan habersiz, henüz daha sırtı terli birbirine gülüyorken kaybettik biz. Onu nasıl yapalım?”

Cevap vermişti: “Keşke seçmemeyi seçmek yaratılmış olmasaydı diyorsun kardeş. Avutma kendini. Nefesini al. Sekiz saniye tut onu. Sonra sal. Sonra de ki ‘ben bunu anlatamam, çünkü bu acziyetimin öyküsüdür.’ Elini yumruk yapıp duvara da vursan, kalbini düğümleyip duvardaki oyuğa da koysan seçmemeyi seçmek bir seçenek olarak masada değil. Rahatsız etme kimseyi. Gölgesinde otur amma yaprak senden incinmesin.”

Yanından ayrılınca ben getirmiştim okuduğu şiirin devamını: “Temizlen de gir mezara, toprak senden incinmesin.”

Geçindi Çolak Emin. Toprağı incitmeden girdi mezara. Benimse incitmeden girebileceğim bir toprağım yok. Mülksüz geldim mülksüz gideceğim. Karacaoğlan olaydım “üryan geldim yine üryan giderim” derdim.

Çünkü insan bir soruydu en nihayetinde, aşksa cesaretle verilmiş cevaplardan biri.