“LGS sınavından sonra seni istediğin yere götüreyim, biraz kafan dağılsın” diye kızıma söz vermiştim. O da Bursa, Efes, Çanakkale rotası çizdi. Bugün, bir hafta süren o rotanın son günü. Allah izin verirse siz bu yazıyı okurken ben İstanbul’a, evime dönmüş olacağım.
Önce küçük bir gözlemle başlayayım. Bu yıl bir şekilde “tatil yapmak” isteyen herkesin Allah yardımcısı olsun. Ne yakıt maliyetiyle başa çıkılabiliyor ne barınma masrafıyla ne de yeme-içmeyle. Nereden baksan zor. Gerçi ben “maaşını dolarla alan yandaş yazarım” çoğuna göre. Dolayısıyla “sana dokunur mu beee” deyip geçecekler, onu da biliyorum. Türkiye’de herkes tanımadığının, bilmediğinin düşmanı zira uzun süredir. Ama ilgilenenler için yine de söyleyeyim. Bu hayat pahalılığı ile tatile çıkmak hiç iyi fikir değilmiş.
İki başat mesele dönüp durdu tatil boyunca kafamda. İlkinden başlayayım. Biz, Türkiye Cumhuriyeti olarak bu müze meselesini öğrenmişiz gibi görünüyor. Hem Efes, Troya gibi ören yerlerindeki müzecilik yaklaşımımız hem de Troya Müzesi, Çanakkale Destanı Tanıtım Merkezi, Kızılay Ağadere Müzesi gibi tematik müzelerde dünya standartlarının hiç altında kalmayan hatta bazen o standartları aşan bir müzecilik söz konusu. Üzerine bir de şu pahalılıkta yıllığına 60 TL verilen müze kartlarla buraları gezebiliyor olmak büyük saadet.
Osmanlı’nın ve Türkiye Cumhuriyeti’nin erken dönemlerinin arkeoloji tarihinin “bir çeşit hırsızlık tarihi” olduğunu hep anlatırdım kızıma. Bu kez müzeleri gezerken canlı, ispatlı şekilde gösterme şansım da oldu ona bu durumu. Schliemann ve benzeri hırsızların Troya’dan, Efes’ten, Hatay’dan, Çorum’dan çalıp çalıp götürdüğü ve bugün Moskova’da, Berlin’de, bilmem hangi müzede sergilenen hazinelerimizin varlığını bilmek can yakıcı. Kaldı ki bu organize hırsızlığın bilhassa Cumhuriyetin ilk yıllarında bazı nüfuzu yüksek zengin aileler tarafından organize edildiğini, hatta bu hırsızlığın yakın zamanlara kadar sürdürüldüğünü bilmekse kelimenin tam anlamıyla “ah be” denilecek cinsten. Umulur ki bu hırsızlıklar günün birinde tek tek konuşulur. Schliemann’ın hırsızlığının “devede kulak” olduğu anlaşılır.
Tabii az da olsa sevindirici olan kısım şu. Türkiye’nin dört bir yanında devam eden arkeolojik kazıların başında genellikle Türk bilim adamları var artık. “Az da olsa” dediğim de şu. Yakın dönemde Göbeklitepe’den sütun çaldırdığımız konuşuluyor. Ötesi var mı?
Gelelim ikinci ve daha büyük bir meseleye.
Soru şu: Geçilmeyen, geçilmez denilen Çanakkale günün birinde geçilebilir mi?
Bu tuhaf sorunun kendisi değil, cevabı önemli bence.
Şuradan başlayayım. Çanakkale’nin “vatanın anahtarı” olduğu fikrini ilkin Fatih Sultan Mehmet fark etmiş. Ve Fatih’ten Abdülhamid’e kadar çeşitli Osmanlı padişahları bu anahtarı kilitli tutmak için buldukları bütün fırsatları değerlendirmişler. Fatih’le başlayan kale-kule inşalarını Kanuni, III. Ahmet, II. Mahmut ve diğer padişahlar sürdürmüş. Abdülaziz’in başlattığı topçu tabyaları inşası ise Abdülhamid döneminde baş döndürücü bir hıza ulaşmış.
Açık konuşmak gerekirse 1915 ve 1916’da biz Çanakkale’yi biraz da “bu kesintisizlikle” savunabilmişiz. Seyit Onbaşı’nın 250 kiloluk top mermisini namluya sürdüğü tabya sayesinde yani.
Türkiye Cumhuriyeti’nin makus talihi bana kalırsa tam da burada düğümleniyor. Bugün verilen keskin mücadele tam da bununla ilgili.
İşte bir süredir. “Adalar Yunanistan’ındır” diyen emekli büyükelçi parçasını konuşuyoruz mesela değil mi? Yahut söz konusu Kıbrıs olduğunda Kıbrıs’ta sürülen tarlalardan bahsediyoruz canımız sıkılarak. “Türkler gitsin, biz Rumlarla birleşip barış içerisinde yaşayalım” diyen Kıbrıslıların sayısı azımsanmayacak derecede çünkü.
Hadi dahasına da cesaret edelim. Bir süredir sanal ortamda 2023’te olası bir iktidar değişikliğinde kabinede hangi isimleri görmek istediklerini paylaşıyor insanlar. İçişleri Bakanı olarak Sırrı Sakık’ın ismini gördüm bu listelerden birinde. Hani, yönettiği belediyenin bodrumunda örgüt üyesi çalışanından tokat yediği iddia edilen Sırrı Sakık. Hani “Mustafa Kemalin askerleriyiz” diyenlere “onlar it sürüsüdür” diyen Sırrı Sakık.
Sırrı Sakık “içişleri bakanı olabilir” demiyorum, yanlış anlaşılma olmasın. Fakat bu zeminde olmaması için bir sebep de yok. Soru şu yani: Türkiye’de olası bir iktidar değişikliğinde HDP’ye hangi bakanlıklar teslim edilecek? Hangi bakanlıklar teslim edilirse Çanakkale “geçilmez” kalmaya devam edecek? Yunan devrimcilerin direnişine bin selam yollayan, geberip giden Hasan komutanına “ölümsüzdür” diyen Canan Kaftancıoğlu ile mi sürdürülecek Çanakkale’nin geçilmezliği? Dahası, Türkiye’nin geleneksel Yunanistan politikasının tam karşısına konumlanıp “bık bık” eden Ekrem mi Çanakkale’nin geçilmez olduğunu garanti altına alacak?
Tabya inşa etmek lazım. Kilitbahir’e bir kule daha eklemek lazım. Bize Nusret gemileri gerekiyor. Bazı pırpır uçaklara ihtiyaç var. Ama sanki en önemlisi, Türkiye’nin bu var oluş ve var kalış mücadelesinde zafer günü gözlerini kaybeden askerimizin “olsun kumandanım, benim gözlerim göreceğini gördü” demesine ihtiyaç var.
Tabyayı gerçekten tabya, kuleyi gerçekten kule, Nusret’i gerçekten gemi, uçağı gerçekten uçak zannederek “ay militarist buuu” diye inleyecek gerzeklere seslenmiyorum, hayır. Onları zehirleyenler o kadar iyi zehirlemiş ki tedavi kabul etmezler artık. Türkiye’nin varoluşunu ve var kalışını “mesele” haline getirenlere bir çift lafım var ama: “Sıkı durun sıkı. Hamilton’dan beteri geliyor.”