Aslında fark etmez. Modern Batı dünyası için “Arap” kimliği de, “zenci” kimliği de, ikisini de aşacak şekilde “Müslüman” kimliği de “görüldüğü yerde öldürünce sorun olmayan” kimlikler durumunda.
Polis tarafından öldürülmesiyle Fransa’daki protesto dalgasının başlamasına neden olan 17 yaşındaki Cezayir asıllı Nael, bu üç kimliğin üçünü de bünyesinde barındıran bir delikanlıydı: Hem Müslüman hem Arap hem de deri rengi “esmer.”
Bence şöyle gelişecek olaylar Fransa’da. Bir miktar protestocu daha öldürülecek, protestocular bir miktar daha yağma hareketlerine, yakıp yıkmaya devam edecekler, ardından yavaşça, bir dahaki protestoya kadar, kapanacak mesele.
Kapanacak evet ama bir dahaki protesto dalgası çok daha sert, çok daha acımasız gelecek. Polis şiddeti de protestonun şiddetine oranla artacak.
Esasen bugün Batı dünyası kendi içerisinde geliştirdiği “makbul kimlik” tanımını değiştirmeye yanaşmazsa finalde bildiğiniz “iç savaşlar” çıkacak Avrupa’da. Zira o derin yobazlık ve inkâr edilemez boyuttaki ırkçılık önünde ya da sonunda tüm makbul dışı kimlikleri “canımızdan başkaca kaybedecek bir şeyimiz yok” noktasına getirecek.
Bizim memleketin kaşarlanmış faşistleri umut ediyorum ki Fransa’da olan bitene bakıp “yahu kazın ayağı öyle değilmiş” diye düşünmeye başlarlar bir an önce.
“Yok ya, Fransa’da olanlar bizim memlekette olmaz” mı dediniz? “İnşallah” diyeyim tabii ama ırkçılığın bu denli yükselmesi finalde bizim ülkemizdeki mültecileri, göçmenleri, yabancı işçileri de “yeter be” noktasına getirebilir. Batı’nın bütün berbat alışkanlıklarını tevarüs etmeyi marifet sayan bizim dingil sekülerlerin mesnetsiz, köksüz ırkçılıkları buna yol açabilir.
Dönelim tekrar Fransa’ya.
Zaten orta sınıfın canı burnunda uzun süredir Fransa’da. Alt sınıflarsa zaten ezildikçe ezilmiş hissediyorlar kendilerini. Her şey bir kibritin çakmasına, bir delikanlının dövülmesine, bir göçmenin öldürülmesine bakıyor artık ülkede. Ben, bu gerginliğin sürdürülebilir olmadığını düşünüyorum.
Fransa’da “ucuz iş gücü” ve “kullanışlı hizmetkâr” olarak görülen Arap nüfusunun gördüğü muamele sineye çekilebilir gibi değil zira.
“Ucuz iş gücü” demişken… Memleketimizdeki ikiyüzlülüklerin en başında “bu mültecilerden nefret ediyorum” diyen adamların o mültecilerin oluşturduğu devasa ucuz iş gücü kaynağını dibine kadar kullanmaları geliyor. Türkiye’de bilhassa “81 il’e 81 üniversite” yanlışının ardından yaşanan süreçte, “elinin emeğine dayalı işler”i yapacak Türk vatandaşı sayısında gözle görülür bir düşüş yaşandı. Suriyelisi, Afgan’ı, Pakisi vd. mobilya, hayvancılık, inşaat, tekstil, deri gibi sektörlerin tamamında “vasıfsız” veya “yarı vasıflı” pozisyonları dolduruyorlar. Türkiye’de ihtiyaç duyulan üretimin aksamaması artık büyük oranda Suriyelilere, Afganlara, Ermenilere, Orta Asyalılara bağlı görünüyor. Üstelik “göçmenleri kovalım da bu işleri Türk çocukları yapsın” denilecek bir vasat da kalmadı ortada.
Yanlış anlaşılmasın. Ben bunu Türkiye’nin gelişim yolculuğunda gayet de normal buluyorum. Sadece göçmenlerden oluşan iş gücünün sosyal güvenlik ve benzeri hakları konusunda hırsızlık yapılmasına tahammülüm yok.
Bu “normal”, giderek burada çalışan göçmenlerin, buraya yerleşen mültecilerin çocuklarının da “buralı” olmasını sağlayacak bir normal. Fransa’daki gibi “siz bizim için üretiyor, bizim hayatımızı kolaylaştırıyorsunuz fakat kilimliklerinizi makbul bulmuyoruz, o yüzden sizi dilediğimiz gibi ezme hakkını da kendimizde buluyoruz” noktasına gelinirse işler akıl almaz şekilde sarpa sarabilir Türkiye açısından.
Sadece mültecilere ya da göçmenlere değil, kendi hayal dünyalarında belirledikleri “makbul Türk” tanımına uymayan herkese düşmanlık etmek esasen bu toprakların ruhuna da fena halde aykırı bir durumdur. Fransa’ya bakıp ibret almak dururken insanları “köksüz bir ırkçılığa” çağırmak, bana sorarsanız memlekete yapılabilecek en büyük ihanetlerden biri, hatta belki de birincisidir.
https://www.yenisafak.com/yazarlar/ismail-kilicarslan/arap-misin-zenci-mi-4542664