İhtibas, tahbîs ve tesbîl” diye de ifade edilen vakıf için çeşitli tarifler verilmiştir. Genellikle benimsenen bir tarife göre vakıf, bir mülkün aynını (kökünü) Allah’ın mülkü haline getirip başkasının mülkiyetine geçmesini engellemek ve menfaatini halka bırakmaktır. Bu tarife göre vakfedilen mal, mülkiyetin intikalini sağlayan herhangi bir yol ile hakikî veya hükmî şahısların özel mülkü haline getirilemez, vakıf konusu mal, hususi mülkiyet mevzûu olmaktan çıkmıştır. Malın menfaati ise halka bırakılmıştır. Bu bırakış sınırsız olabileceği gibi bir kayıt, vasıf ve şart ile sınırlanmış da olabilir. Mesela fukaraya, ilim adamlarına, öğrencilere, soyumdan gelenlere, şu hayır kurumuna, şu mabede...” denebilir.
İslâm dini insanlara, hayır ve iyilik sayesinde ebedileşme, sonu gelmez saadetlere kavuşma yolunu açmıştır. “Dünyada eken âhirette biçer” gerçeğine iman etmiş müminler, Resûlullah (s.a.) devrinden beri en değerli malvarlıklarını insanlığın hizmetine Allah rızası için vermiş, vakfetmişlerdir. Mânâsı, teşvik faktörü ve genişliği bakımından diğer devir ve milletlerde olanlarla kıyas kabul etmez bulunan İslâm vakıf müessesesi hadislerde yer almış, fıkıh kitaplarında bölüm teşkil etmiş, müstakil eserlere konu olmuştur.
Rasûlullah (s.a.) buyuruyor: “İnsan ölünce şu üç şeyden başka ameli sona erer: Devam eden sadaka, faydalanılan bilgi ve kendine duâ eden hayırlı çocuk” (Müslim, Ebû Dâvûd, Nesâî, Tirmizî).
Bu hadiste geçen “sadakatin cariye: devam eden sadaka” ifadesini İslâm bilginleri vakıf olarak tefsir etmişlerdir. Çünkü vakıflar, tesis edenlerin vefatlarından sonra da devam etmekte, Allah’ın kulları bunlardan faydalandıkça, vakfedenin amel defterinin sevap sayfaları dolmaktadır.
Hz. Ömer’in (r.a.) payına Hayber’den bir toprak parçası düşmüştü. Hz. Ömer, Resûllullah’a başvurarak çok kıymetli olan bu toprak hakkında tavsiyesini almak istedi. Resûl-i Ekrem “İstersen aslını kendine bırakır, menfaatini tasadduk edersin” buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer şöyle dedi: “Satılmamak, hibe edilmemek, mirasçılarına intikal etmemek üzere fakirler, akraba, köleler, misafirler ve yolda kalmışlar için tasadduk etti. Onu idare edenin, mülkiyetine bir şey geçirmeksizin, normal ölçüler içinde vakıf gelirinden yemesi ve yedirmesi serbesttir. Rivayete göre bu vakfı, Hz. Ömer’in oğlu Abdullah idare ederdi” (Buhari, Müslim).
Rivayet şeklinden anlaşıldığına göre vakıf ve mütevelli ile ilgili vasıf ve şartları da Resûlullah, Hz. Ömer’e ifade buyurmuştur.
Böylece daha Hz. Peygamber zamanında başlayan vakıf faaliyeti gelişerek devam etmiş, müesseseleşmiş, çeşitlenmiş ve kanuni düzenlemelere konu olmuştur.
Vakfı meydana getirirken sahibinin yazılı veya sözlü olarak ortaya koyduğu şartlar, İslâm esaslarına ters düşmedikçe sahibi tarafından bile değiştirilemez; ilgililer bunlara uymaya, vakfı bu şartlar içinde işletmeye mecburdur. Bu sebeple “vakfedenin şartı, Şâri’in (Allah’ın) nassı gibidir” denilmiştir. Buradaki benzerlik riayet edilme, değiştirilmeme noktalarında görülmektedir.
Normal şartlarda vakfedilen mülk aynen muhafaza edilir, bakımı yapılır ve vakfedildiği yönde kullanılır. Ancak vakıf akar vb. gelir getirmez olur yahut geliri giderinden fazla olursa, hâkimin görüşü alınmak şartıyla vakıf satılır ve bedeli ile maksada uygun bir mal alınıp onun yerine konur. Ayrıca vakfedilmiş bir hayır müessesesi harap olur, yenilenmesinde de fayda görülmezse bunu yaşatmak için vakfedilmiş akar vb.’nin gelirleri, harap olanın benzeri bir müesseseye sarf edilir.
Vakıfnamelerde hizmeti geçen herkese dualar vardır, bunun yanında vakfa ihanete eden, vakfedenin meşru şartlarına riayet etmeyen, meşru olmayan bir sebeple vakıfta değişiklik yapan, vakfı özel mülkiyete geçiren, vakıftan haksız menfaat sağlayan… kimseler için de tüyler ürperten beddualar vardır.
İslâm’da bedduanın caiz olup olmadığı tartışılmış olmakla beraber vakıfnamelerdeki beddualar belli bir kişi veya kişileri hedef almadığı, kötülüğü ve günahı engellemeye yönelik bulunduğu, günaha sapmadıkça kimse bedduanın muhatabı olmadığı için caiz görülmüştür.
Müslümanların tarihinde Hz. Ömer örneğinde gördüğümüz gibi pek çok âlim, sultan, vezir, sûfî, zengin kadın ve erkek önemli vakıflar tesis etmişler ve Müslüman toplum bunlardan azami istifade etmiştir. Diğer tedbirler yanında vakıf kurumları da içtimai adaleti tesis etmede önemli rol üstlenmiştir.
Yoksulları, yolda kalmışları, evlenecekleri, ev yapacakları, cihada adanacakları, ilim tahsiline çıkacakları yani ihtiyacı olan insanları başa alalım, Müslümanların vakıfları hayvanları ve çevreyi korumak için bile önemli hizmet görmüşlerdir.
Amaç güzel, araç (kurum, kuruluş) mükemmel de olsa insansız işlemez; insan bozuk olursa mükemmel amaç ve araç da zayi olur.
Ne yazık ki, eskiden beri bazı zaman ve zeminlerde Allah’tan korkmaz, kuldan utanmaz vakıf yöneticileri ve diğer ilgililerin ihanetleri, hainlikleri, meşru olmayan menfaate tenezzül etmeleri… bu güzelim kurumun hem çoğalmasına hem de işlevini kamil manada yerine getirmesine mani olmuştur, olmaktadır.
Çare, gittikçe zayıflayan imanlara ve düşük hale gelen ahlaka işi bırakmadan sıkı denetimdir.
Her şeye rağmen güzel vakıf yönetimleri de vardır ve çok çok önemli hizmetleri devam etmektedir.
Müslümanların yüz akı olan bu kurumun devamına katkı sağlamak her müminin vazifesi olmalıdır.
Konumuz olan “dua ve beddua” konusunda Sayın İbrahim Ateş’in önemli bir makalesi sebebiyle (Vakıflar Dergisi, sa. 15, s. 5-54) dostum Ahmed Uzunoğlu’na da bu makaleyi bana gönderme lütfunda bulunduğu için teşekkür ediyorum.
Kaynak / Yeni Şafak Gazetesi