HAYRETTİN KARAMAN - VADEDİLMİŞ TOPRAKLAR...

HAYRETTİN KARAMAN - VADEDİLMİŞ TOPRAKLAR...

HAYRETTİN KARAMAN - VADEDİLMİŞ TOPRAKLAR...


Vâdedilmiş toprakların (arz-ı mev’ûdun) ne zaman, nerede, kimlere, ne şartla vadedilmiş olduğunu öğrenmenin yolu bu va’di yapanın kitabına (verilen sözün vesikasına) bakmaktır. Yeryüzünde Allah’a ait olduğu bilinen ve hiçbir harfine, kelimesine dokunulmadan bize kadar gelen tek kitap Kur’an-ı Kerim’dir. Kitab-ı Mukaddes denilen mecmuanın ihtiva ettiği Tevrat ve İncil’in –aslı Allah Teala tarafından vahyedilmiş olmakla beraber– O’ndan geldiği gibi muhafaza edilmediğini, değiştiğini, kısmen kaybolduğunu, kısmen peygamberlere ve başkalarına ait sözlerin araya girdiğini Yahudiler ve Hıristiyanlar da kabul etmektedirler. Bu sebepledir ki Allah Resulü (s.a.): “Ehl-i Kitab size bir bilgi getirdiğinde buna ne doğrudur deyin, ne de yalanlayın; Allah’ın gönderdiğine inanırız, O’nun göndermediğine inanmayız deyin” buyurmuştur. “Buna göre ehl-i kitabın elinde bulunan kitaplarda yazılı bilgileri ve haberleri Kur’an-ı Kerim ve sahih sünnet ile karşılaştırmak, bunlara uyanları almak, kabul etmek, doğru saymak, uymayanları ise –aykırı olmamak kaydıyle– doğru ve yanlışa eşit ihtimalli saymak gerekecektir.

Filistin’i yutan, orayı yurt edinmiş Müslümanları ezen, zaman içinde sıfırlamak için her taktiği uygulayan siyonistlerin gündemde tuttukları “vadedilmiş toprak” meselesine yukarıda açıklanan usul içinde bakalım. Konuya hem Kur’an-ı Kerim’de, hem de Eski Ahd’in (Tevrat’ın) Sayılar ve Tesniye kitaplarında temas edilmiştir:

“Bir zamanlar Musa kavmine şöyle demişti: Ey kavmim! Allah’ın size lütfettiği nimetini hatırlayın; O içinizden peygamberler çıkardı ve sizi hükümdarlar kıldı. Alemlerde hiçbir kimseye vermediğini size verdi/Ey kavmim! Allah’ın size yazdığı mukaddes toprağa girin ve arkanıza dönmeyin, yoksa kaybederek dönmüş olursunuz.” (Maide: 5/20-21).

Bu iki ayete göre arz-ı mukaddes’in İsrailoğulları’na vatan olarak yazılması (Allah’ın bu va’di ve takdiri) ebedî değildir ve şarta bağlıdır. Ebedi olmayıp Hz. Musa’nın asrına ait olduğunun delili, 20. ayetteki ifadedir: Allah onlara birçok nimet vermiştir, hatta bu nimetlerin bir kısmı o zamana kadar dünyada hiçbir ferde ve topluma verilmemiştir, bunlar arasında Mukaddes Toprağın onlara vatan olarak yazılması da vardır. Daha sonraki çağlarda ise Allah Teala başka toplumlara, ümmetlere, İsrailoğulları’na vermediği nimetler vermiştir.

Bu yazı ve vaat şarta bağlıdır, çünkü 21. ve devamındaki ayetlerde bu yazının hayata geçmesi İsrailoğulları’nın buna layık olmalarına ve bunun için fedakârlık etmelerine bağlanmıştır. Hatta onlar bu şartı yerine getirmedikleri için Allah Teala onlara kırk yıl buraya giremeyip dar bir bölgede yaşama cezası vermiştir. Daha sonraki zamanlarda da İsrailoğulları güç ve ahlak bakımından layık oldukları müddetçe buralarda oturmuşlar, liyakatlerini kaybettikçe de aynı yerler başka toplumların yurdu olmuştur.

Tevrat’ın Tesniye bölümünün birinci babında yer alan bilgilere göre vadedilen topraklar hem yalnızca İsrailoğulları’na vadedilmiş değildir, hem de dünkü ve bugünkü Filistin topraklarından ibaret değildir. Va’dedilen topraklar Lübnan, Irak, Suriye ve Fırat havzasına kadar Anadolu’yu kısmen içine almaktadır. Va’din muhatabı olan toplumlar ise “İşte diyarı önünüze koydum, girin ve Rabbin atalarınıza, İbrahim’e, İshak’a, Yakub’a, kendilerine ve kendilerinden sonra onların zürriyetlerine vermek için and ettiği diyarı kendinize mülk edinin” cümleleriyle belirlenmiştir.

Son Peygamber Muhammed Mustafa (s.a.), Hz. İbrahim’in, oğlu İsmail kolundan gelmiş bir zürriyetidir, torunudur, şu halde O’nun ümmeti olan Müslümanlar da -şartlarını yerine getirirlerse- Allah’ın vadettiği Mukaddes Topraklara malik olma ve burasını vatan edinme hakkına sahiptirler. Tarihi gerçek de böyle olmuş, Hz. Ömer devrinden itibaren bu topraklar Müslümanlar tarafından fethedilerek dâru’l-İslâm’a dahil edilmiştir.

Kur’an-ı Kerim haksız yere yurtlarından çıkarılan Müslümanlara, haklarını almak ve zulmü önlemek üzere savaşma izni verildiğini bildirdiği ayetin devamında, tamamı Allah’a ait bulunan yeryüzünün bir parçasını yurt edinme hakkının ahlâkî ve hukukî şartlarını da açıklamıştır: “Onlar, başka değil, sırf ‘Rabbimiz Allah’tır’ dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah bir kısım insanları, diğer bir kısmı ile defedip önlemeseydi, içinde Allah’ın ismi çokça anılan kiliseler, havralar, mescidler ve camiler şüphesiz yıkılıp giderdi. Allah kendine yardım edenlere (şart ve sebepleri yerine getirenlere) muhakkak yardım eder. Hiç şüphesiz Allah güçlüdür, galiptir./Onlar ki, eğer kendilerine yeryüzünde yurt ve iktidar verirsek namazı kılar, zekatı verirler, iyiliği emreder ve kötülükten menederler, işlerin sonu Allah’a varır.” (Hac: 22/40-41).

Müslümanların tarih boyunca hakim oldukları yerlerde din ve vicdan hürriyeti bulunmuş, camilerin yanında kiliseler ve havralar da açık kalmış, buralarda Allah’ın adı anılmış, ayinler ve ibadetler yapılmıştır. İnsanlara dinleri, ırkları, renkleri, bölgeleri, kabiliyet ve varlıkları farklı diye zulmedilmemiş, herkese fırsat eşitliği tanınmıştır. Siyonist Yahudiler ise ırkçılığı din haline getirmişlerdir, kendilerini Allah’ın has kulları, diğer insanları ise sağılacak inekler ve kullanılacak köleler olarak görmektedirler. Her vasıtayı mübah sayarak kendilerinden olmayan toplumların maddi ve manevi değerlerine, varlıklarına tecavüz etmektedirler. Zulümle, kanla, hile ile yerleştikleri Mukaddes topraklarda başkalarına hayat ve ibadet hakkı tanımamakta, yerlerinden yurtlarından ettikleri insanların ıstırapları karşısında duygusuz kalmaktadırlar. Bütün bunlar olup dururken Allah Teala elbette Mukaddes toprakları onlara yurt etmeyecektir; çünkü o topraklarda oturmaya ve Allah’ı anmaya layık olanların vasıfları hem kendi kitaplarında, hem de bütün kitapların doğruluk miyarı olan Kur’an’da açıklanmıştır ve orada Allah şöyle buyurmaktadır:

“Andolsun ki, zikirden (Tevrat’dan) sonra Zebur’da: ‘Şüphesiz yeryüzüne iyi kullarım varis olacaktır’ diye yazdık.” (Enbiya: 21/105).

İyi (salih) kulları da yine Cenâb-ı Mevlâ tarif etmiştir:

“Onlar ki, eğer kendilerine yeryüzünde yurt ve iktidar verirsek namazı kılar, zekatı verirler, iyiliği emreder ve kötülükten menederler, işlerin sonu Allah’a varır.”

(Geniş ve sahih bilgi için TDV İslam Ansiklopedisi’nde bu maddeye bakın.)