Algı operasyonu konusunda uzmanlaşmış bir grup mensubu vaktiyle şöyle demişti:
“Bana, hangi algıyı yaygınlaştırmamı istediğinizi bildirin, birkaç gün içinde ülkede, doğru olsun yalan olsun, gerçek olsun sahte olsun o algıyı oluştururum.”
İşte bunu daha ziyade “sosyal medya” denilen çok güçlü dedikodu aracı ile yapıyorlar.
Bir kişiyi linç etmek istediklerinde yalan ve iftiralarla dolu mesajların yüz binlercesini yayıyorlar, bunları okuyanların bir kısmı (binlerce kişi) inanıyor; eskiden gazetelerde yalan ve iftira yapıldığında tekzip gönderilirdi, bu mesajlar için böyle bir imkân da yok.
Benim için sosyal medyada dolaştırılan, unutuldukça yeniden paylaşılan itham ve iftiralara defalarca cevap yazdım. Lakin bu cevaplar, iftiralara inanan kimselerin çoğuna ulaşmıyor. Hakkımda kötü zan, kötü kanaat sahibi olmalarına sebep oluyor. Araştırmadan inandıkları ve kötü zan besledikleri için bunların da sorumlu olacakları kesindir.
Yakında, bir gruba mensup olduğu anlaşılan bir şahıs, işte bu iftiralardan, saptırma ve çarpıtmalardan oluşan bir demet göndermiş bana, kendisi bunlara inanmış, sonunda da “hakkını helâl etmeyeceğini” söylüyor.
Bakalım neler demiş, doğrusu ne?
- Karaman, Gülen cemaatinin “ümmetin bey’at [biat] ettiği başkanın (yani halifenin) karşısında duran bir ‘fırka’ olduğunu ve devletin bu nedenle ‘onların yakasına yapıştığını’ ve cemaatin yaşananları hak ettiğini öne sürdü.
H.K.- Kesinlikle böyle bir sözüm ve yazım yoktur.
- Karaman, krizde olan konut sektörüyle ilgili tartışmalı “faizli kredi, zorunlu ise mubahtır” fetvası verdi.
H.K.- Yalnızca faizli kredi değil, haram olan şeylerin tamamı değil ama birçoğu, “zorunlu” diye ifade edilen zaruret hali oluşmuş ise bütün fıkıh âlimlerinin kabul ettikleri bir genel kural –ki, “Zaruretler yasaklanmış şeyleri serbest kılar” kuralıdır- zaruret miktarınca serbest (caiz, helâl) kılar. Bu meselede tartışılacak husus, neyin, kime, zaruret sebebiyle, ne kadarının serbest hale geleceğidir. Mesela “Evi olmayan bir kimse barınacak kadar bir ev (daire) almaya yetecek birikmişi yoksa, hayatını kiracı olarak mı sürdürmelidir yoksa “Temel ihtiyaçlar genel olsun-özel olsun zaruret sayılır” kuralına göre oturacak kadar bir meskene (kiracı olmak değil) sahip olmak zaruret sayılır mı?” konusu tartışılabilir. Kiralık ev ihtiyacı karşılar diyen “Daire almak için başka çare bulamayan kimsenin faizli kredi almasını” caiz görmez, “Mesken ihtiyacı sahiplik ile karşılanır” diyen bunu caiz görür. Bu iki görüş de (fetva da) kuralların farklı yorumlanmasına dayanır ve uygulanabilir.
- Hayrettin Karaman 17/25 Aralık yolsuzluk soruşturmaları sırasında yaşanan tartışmalar esnasında, Erdoğan ve yakınları için hırsız diyenleri kastederek ‘yolsuzluk yapana hırsız diyen iftira atmıştır’ fetvasını verdi.
H.K.- Yolsuzluk ile hırsızlık İslâm hukukuna göre farklıdır; bunu kimse inkâr edemez. Yolsuza hırsız diyen veya hırsıza yolsuz diyen İslâm hukuk bakımından yanlış demiş, belli şahıs için söylemiş ise iftira etmiş olur. Bunu demek, “Yolsuzluk meşrudur” demek değildir. Hırsızlık da haramdır, yolsuzluk da haramdır, mesela zaruret bulunmadığı halde faiz yemek, almak ve vermek de haramdır; ancak faiz yiyene hırsız, hırsıza faizci denemez. Benim söylediğim budur. Kim olursa olsun yolsuzluk yapanı savunmam, ama yapmayana iftira edeni de uyarırım; elinde kesin bilgi ve belge bulunmadığı halde böyle bir algı oluşturmak için çalışanların da günah işlediklerini söylerim.
- Başkanlık referandumuna evet demenin farz olduğunu belirttiği yazısında “Bizi hedefe yaklaştıracak olan bir adımı daha ‘Evet’ diyerek atmak, ‘Farz olanı tamamlayan ve ona yaklaştıran her fiil farzdır’ kuralının çerçevesine dahildir’’ demekten çekinmedi.
H.K.- “Farz olanı tamamlayan da farzdır” cümlesi de genel bir fıkıh kuralıdır.
Ben atıf yapılan yazıda, “Bu seçimde ‘Evet’ demek bu kural çerçevesine girer” demedim. Bu kurala dayalı olarak şu yorumu yaptım: “Eğer bir kimsenin meşru/farz olan bir hedefi varsa, bu hedefe ulaşabilmek veya yaklaşabilmek için belli bir kadronun iktidara gelmesini gerekli görüyorsa o kadroya olumlu oy vermesi farz olur, kadronun bu işe yaramayacağı kanaatinde ise farz olmaz”.
Bunu şimdi de diyorum, daha sonra da derim.
- Karaman, köşesinde Prof. Dr. M. Mustafa Şelebî’yi referans göstererek zaruri durumlarda rüşvet almanın haram olduğunu ama vermenin ise caiz olduğunu belirtti.
H.K.- Bu konuda, bir konuşmamda söylediklerim de şudur:
Yukarıda Mecelle’ye de giren “zaruret-ihtiyaç” maddesinden söz etmiştim. Geçmişte demek böyle bir uygulama var ki, uygulayacağımız nasslar var ki, geçmişte bizi bağlayıcı uygulama ve misaller var ki biz de bunu söyleyebiliyoruz (Mecelle mad. 21, 32). Buna bağlı bazı örnek çözümler sunalım: O zaman göreceksiniz ki ihtiyaç, hemen insanı öldürecek veya sakatlayacak bir yokluk değildir. Bundan daha geniştir. Ve bizim şu durumumuzu ihtiva edecek, çerçevesine alacak bir eksiklik ve durumdur. Rüşvetten başlayacağım size örnek olarak. Çünkü üslûp aynıdır. Peygamber Efendimiz (s.a.) nasıl “Allah faiz yiyeni, yedireni, alanı, aldıranı, yazanı lânetlesin” dediyse, aynı şekilde de “Rüşvet alanı, vereni, rüşvete aracılık edeni Allah lânetlesin” demiştir. Yani “Allah’ın lâneti onlar üzerine olsun” demiştir. Hadîs bu, ama yönetim ve toplum ahlâkı bozulur da insanlar meşrû hak ve menfaatlerini rüşvetsiz elde edemeyecek, zararlardan rüşvetsiz kurtulamayacak duruma gelirlerse rüşvet verebilirler mi? Verilmez mi? Problem zamanımızdan çok daha önce en az bin sene önce söz konusu edilmiştir; daha da öteye götürmek mümkündür. Fakat ben ilk döneme en yakında gördüğüm fetvaya istinaden söylüyorum ki, bin yıl önce de İslâm toplumu bu haldeymiş, yani kadı var, halife var, mahkeme-i şeriyye var; ama gene de bazen rüşvet vermeden hakkınızı elde edemiyorsunuz. Zaten haksız bir iş için rüşvet vermeyi tecviz etmek hiçbir zaman mümkün değildir. Bir hakkınız var. Meşrû bir menfaatiniz var, paranızı kurtaramıyorsunuz, ya da bir şeyden zarar görüyorsunuz ve o zararı bertaraf edemiyorsunuz. Bir yere dükkân açacaksınız, kimseye bir zararınız yok. Bu da mevzûâta göre sizin hakkınız, ama o pazarın, o çarşının başkanı, rüşvet almadan size müsaade etmiyor. Şimdi siz o dükkânı açmazsanız, 24 saat içinde hemen ölecek misiniz? Ölmezsiniz, ama meşrû bir menfaati elden kaçırırsınız. İbareyi size tercüme ederek naklediyorum; diyor ki: “Bir insan emir, ya da devlet başkanı nezdinde, bir işini tesviye etsin, düzeltsin, yoluna koysun, böylece meşrû olan bir menfaati elde etsin ve bir zarardan kurtulsun diye, bu maksatla, birine rüşvet verse bu caiz midir? Cevap veriyor: Alana haramdır, verene caizdir” (İbn Nüceym, Risâle fi’r-Rüşve, Mecmuâ, s. 112, 115). Bakın rüşvetle ilgili hadîsten hareket ettik, bu noktaya geldik. Şunu bir daha tekrarlıyorum: Burada emîrin, valinin veya sultanın, rüşvetinizle sizin evrakınıza imza atması, size isteğinizi vermesi, istediğiniz emri çıkarması hadisesi vukua gelmezse, siz hemen bir haftada veya 24 saat içinde ölmezsiniz; ama meşrû bir menfaat elinizden gider ve siz artık ondan istifade edemezsiniz. Edemeyince, demek ki, dinin yorumcusu olan fukaha/ulema bunu bir zarûret olarak kabul ediyor ve bundan dolayı rüşvet verirsin diyor. Bu senin için caizdir. Ama karşı taraf için haramdır. İşte önemli özel veya amme ihtiyacını gidermek için faiz vererek kredi temini de böyledir; günahı, başka türlü, mesela ortaklık yoluyla sermaye vermeyenlere veya kişinin ihtiyacını Allah rızası için faizsiz ödünç vererek gidermeyenlere yüklenir.
Adam’ın bana yazdığı iki yalanı daha var ama yazı uzadı. Onları da gelecek yazıya bırakayım.
Kaynak / Yeni Şafak Gazetesi