“Her türlü ibadeti, hayatı ve ölümü âlemlerin Rabbi Allah için olan” Müslümanın bu inanç ve şuurunun kılık kıyafetine de yansıması tabiidir. İslâm yalnızca iman ve ibadetten ibaret olmayıp fert ve toplum hayatının bütününü kuşattığı için kıyafetin kültürel yönü de İslâm’ı ilgilendirmektedir. Bu sebepledir ki Fahr-i Kâinat (s.a.), kılık kıyafetin inanç ile ilgili tarafı kadar kültürel yönüne de temas buyurmuş, sınırları ve hassasiyet noktalarını açıklamıştır.
Bu açıklamalara göre bir elbisenin, saç ve sakal biçiminin, rozet ve takıların İslâm öncesinden gelmesi, onu Müslüman olmayan toplumların da kullanmakta olmaları önemli değildir. Hz. Peygamber ve ashabının kullandıkları giysilerin çoğu, İslâm öncesinde Arapların veya diğer kavimlerin (mesela İran ve Bizans halklarının) de kullandıkları, giydikleri, taktıkları giysilerdir. Başörtüsü (hımar), çarşaf (cilbab), gömlek-kamîs, şalvar ve don (sirval), hırka (bürde) bu giysilere örnektir. Keza tevhid mücadelesinde müşriklerin önceliği bulunduğu zaman diliminde saçlar, onlara benzemesin diye, ehlikitabın yaptığı gibi ortadan ayrılarak taranmış, mücadele ve muhalefette öncelik sırası Yahudi ve Hıristiyanlara geldiğinde ise saçlar geriye doğru taranır olmuş, Yahudilere benzememek için beyazlaşan sakal ve bıyığın boyanması, her iki zümreye benzemesin diye sakalın uzatılıp bıyıkların kısaltılması, sarığın belli bir biçimde sarılması tavsiye edilmiştir.
Bu örneklerde sınırları ve hassasiyeti belirleyen ölçü, kılık ve kıyafetin, belli bir dinî grubun yaygın âdeti, işareti, millî ve dinî hususiyeti (şiarı) olmasıdır. Bu şiarın, doğrudan bir dinî inanç ile bağlantısı önemli olduğu gibi -Müslümanların benzemekten uzak kalmalarının gerekliliği bakımından- bir kavmin şiarı olması da önemlidir... Böyle bir niteliğinin bulunmaması halinde giyilen kumaşın, giysi çeşidi ve biçiminin, tıraş şeklinin başka kavimlere mensup insanlar tarafından da kullanılmış veya kullanılmakta olması sakınca teşkil etmemektedir. Bu sınırlamayı kültür çerçevesine almak mümkündür.
Kılık kıyafet konusunda hassasiyet gösterilen diğer iki sınırlama da din (inanç, ibadet, helal-haram ayrımı) ve fıtrat (cinsin özellikleri) ile ilgilidir. Birçok ayet ve hadis Müslümanların inançla, dinî hayatla ilgisi bulunan resimleri, putları, şekilleri yapmamaları, alıp kullanmamaları gerektiğini ifade etmektedir... Buradan hareket eden fıkıhçılar ve tefsirciler Müslümanların, Yahudi ve Hıristiyan din adamlarına veya dindarlarına mahsus bulunan kılık, kıyafet ve sembolleri kullanmalarının caiz olmadığını ifade etmişlerdir. “Bir kavme kendisini benzetmeye özenen kimseler o kavimden olurlar” mealindeki hadis, dinî ve kültürel çerçevedeki taklitleri, özenmeleri, benzemeleri mahkûm etmektedir. Aynı hadisin fıtratla ilgili benzeşmeleri de işaret yoluyla ihtiva ettiği düşünülebilir. Giyilen elbisenin, avret yerlerini (dinin kapatılmasını istediği uzuvları) kapatacak vasıfta olmasının istenmesi, avret yerlerini açıkta bırakan veya kapattığı halde –ince olduğu için– gösteren elbiselerin yasaklanması da dinî sınır ve hassasiyet örnekleridir. (Burada dinî tabirini dar mânâda, “inanç ve ibadet hayatı ile ilgili olan alan için” kullanıyoruz; geniş mânâda “dinî” sınırının içine kültür de girmektedir.)
Gösteriş, israf, böbürlenme unsurlarını içeren giyim-kuşamın hoş karşılanmaması da dinî-ahlâkî sınırlamalara dâhildir. Fıtratı (yaratıcının canlı ve cansız varlıklara verdiği özellikleri), kılık kıyafet konusunda da korumak maksadıyla her cinsin tabiatına daha uygun bulunan süslenmeye riayet etmesi; bu cümleden olarak altın ve ipek kullanmanın ve bazı renklerin erkeklere yasaklanması, keza erkeğin kadınlara mahsus, kadının da erkeklere ait bulunan kılık ve kıyafetlere bürünmesinin menedilmesi fıtratı koruma gerekçesine dayansa gerektir.
Tarih boyunca Müslümanların kılık ve kıyafetleri, Müslümanca giyinişleri ve giyinme kültürleri işte buraya kadar özetlenen sınırlar ve hassasiyetler içinde oluşmuştur. Müslümanlar başta örtünme (tesettür) olmak üzere dinin amaç ve sınırlamalarını göz önüne alarak kılık ve kıyafetlerine şekil vermişler, dış görünüşlerinin bile -kişinin dini ve kültürünü temsil eder şekilde- gâvura benzemesinden özenle uzak durmuşlardır. Çünkü yukarıda meali verilen hadise/düstura göre dışını kasten birilerine benzetenin içi de ona ya benzemiştir, ya benzeyecektir.