“Bütün insanlar eşittir”, “Hepimiz kardeşiz” sloganları kulağa hoş gelmekle beraber gerçekleşen, gerçek olan insan hayatında eşitlik ve kardeşliğin yeri ve boyutları çok farklıdır. Dünden bugüne insanlar, olması gereken alanlarda bile eşit olamamışlar, okuyan-okuyamayan, zengin-fakir, asil-sıradan, yöneten-yönetilen, akıllı-saf, güçlü-güçsüz, kadın-erkek, Doğulu-Batılı, dinli-dinsiz, siyah-beyaz... arasında hep farklar, farklı konumlar ve değerlendirmeler olagelmiştir. Bütün insanlar –genel inanışa göre– bir ana-babadan geldikleri halde birbirlerini kardeş bilmemişler, Ademoğulları’nın birbirlerine ettiğini canavarlar etmemiştir. İslâm tabiî, fıtrî (insanın fıtrat ve tabiatına uygun, Allah Teala tarafından ona göre gönderilmiş) bir din olduğu için eşitliği de, kardeşliği de gerçekleşme şansı en çok, en tabii olan alanlara inhisar ettirmiş, bu alanlar dışında eşitlik ve kardeşliği değil, adaleti öngörmüştür.
İslâm’a göre hak ile batıl, alim ile cahil, ahlaklı ile ahlaksız, faydalı ile faydasız, İslâm’a inanan ile inanmayan (mümin ile kâfir), günahsız ile günahkâr arasında -değer, liyakat ve ehliyet bakımından- eşitlik yoktur; bunlardan birinciler üstün, makbul, saygıya ve mükâfata layıktırlar; ikinciler davete, ıslaha, gerektiğinde cezaya muhataptırlar. Buradaki eşitsizlikler, insan olmaya bağlı insan hakları (statü hakları) alanında olmadığı, liyakat ve ehliyete (hak etmeye) bağlı haklar alanına ait bulunduğu için “insan hakları” açısından da bir mesele, bir ihlal söz konusu değildir. Fazilet toplumunda genel ahlak, fazilet temeline oturur ve bu ahlaka aykırı davranışların alenen (açıkça) ortaya konması engellenir.
Hz. Nuh, sözünü tutmayan, ilahi emre uymayan oğlu için Allah Teala’ya yalvararak “Ya Rabbi! Oğlum benim ailemdendir...” deyince Rabbin ona cevabı şöyle olmuştur: “Ey Nuh! O asla senin ailenden değildir, şüphesiz o, salih bir amel değildir (onun imanı farklı, zihniyet ve davranışı bozuktur).” Bu ilahi beyana bir de miras, savaş, velayet gibi hukukî ilişkilerdeki hükümler ve “Müminler ancak kardeşlerdir” ilkesi eklenince ortaya, İslâm’ın getirdiği yeni ve farklı bir kardeşlik tablosu çıkmaktadır. Buna göre kardeş olabilmek için bir ana-babadan doğmak yeterli değildir; aynı iman, zihniyet, dünya görüşü, hatta ahlakın paylaşılması gerekir. İman farkı birçok hukukî ilişkide farklı hükümlere mesnet teşkil ettiği gibi kesin olarak kardeşlik bağını da keser; zihniyet ve ahlak farkı da en azından bağı zayıflatır, işlevini ortadan kaldırır.
Müslümanların, “bizden olan ve olmayan” değerlendirmelerinin ölçüsü de kardeşlik kavramına bağlıdır/bağlı olmalıdır. Kardeşliği belirleyen iman olduğuna göre, “bizden”i belirleyen de parti, tarikat, cemaat, mezheb gibi gruplara mensubiyet değil, imana ve İslâm’a mensubiyet olmalıdır. Bir Müslümana göre -muteber ve meşrû olmak kaydiyle en geniş ölçütler kullanılarak- iman ve İslâm dairesi içinde kalanlar “kardeştir, bizdendir”, bu dairenin dışında kalanlar ise diğerleridir, bizden değildirler, ancak bizden olmaya namzettirler, davete ve hidayete muhtaçtırlar, Müslümanlar onlarla beraber yaşayabilir, Allah’ın nimetlerini onlarla da paylaşır, insan olmaya bağlı hak ve hürriyetleri onlara da tanırlar; ancak onlar, sosyal, dini ve hukuki ilişkiler bakımından kardeş olmadıkları gibi liyakat ve ehliyete bağlı haklarda müminlere eşit de değildirler.
Aslında ulusal ve uluslararası bütün siyasi ve sosyal sistemlerde insan kardeşliği ve eşitlik yalnızca sözde vardır, uygulamada yoktur. Bütün iddialara ve yazılı belgelere, temel kanunlara, antlaşmalara… rağmen eşitlik ve adalet uygulamalarında önemli ihlaller, çatlaklar, kural çiğnemeler dünya hayatını âdeta cehenneme çevirmektedir. Keşke bunlarda da eşitlik ve adalet arasındaki denge, İslam’da olduğu gibi bütün insanlığın faydasına uygun kurulmuş olsaydı; keşke eşitlik olmadığında da adalet olsaydı!
“Dünya beşten büyüktür!” ama dünyada beş iri devletin dediği oluyor, güçlü zayıfı eziyor ve sömürüyor.
Bir arada yaşamanın modellerini bir başka yazıya bırakarak kardeşler arasında ortaya çıkan, fakat taraflardan birini –en geniş ölçütlere göre– iman dairesinden çıkarmayan ihtilaflara uygulanacak kurallardan birkaçını hatırlatmakta fayda görüyorum:
Kol kırılır, yen içinde kalır (Kusurunu, günahını gizleyen bir kimsenin bu durumu, kamuya veya bir başkasına zarar vermedikçe açıklanmaz; kişinin ıslahı için elden gelen bütün gayretler sarf edilir).
Kardeşler arası ilişkilerde aslolan rahmettir, hoşgörüdür, ıslah kastıdır, yumuşaklık ve tatlılıktır.
Yumuşaklık beyanda (ifadede), hoşgörü de ictihad farkında kendini gösterir.
Farklı içtihadı (görüşü, yorumu, anlayışı) dine eşdeğer saymak ve doğruyu, ictihadlardan birinin tekeline vermek Müslümanca bir yaklaşım ve davranış biçimi değildir…
Ötekilerle birlikte huzur içinde yaşamanın en önemli kuralı, onlar Müslümanların din ve topraklarına göz dikip savaşmadıkları sürece adalet ve iyilik çerçevesinde davranmak, İslam’ı güzel ahlak sayesinde sevdirmektir.
Manevi kardeşim sınıf ve yol arkadaşım nice iyi ve kötü günlerde paydaşım Muhammed Eroğlu da artık bu dünyada yok. Bunu söylemek bunu bilmek benim için çok acı.
Allah Teala rahmet ve mağfiretine daldırsın. Cennetine aldırsın. Sevgili ailesine kulca sabır ihsan eylesin.