Mevcut iktidarı “İslâmî düzen iktidarı”, muhalefeti de bu düzenin siyasi muhalefeti gibi görenler veya kasten böyle takdim edenler yanılıyorlar; anayasasında “laik demokratik” yazan bir düzen İslâmî olmaz; bu düzenin muhalefeti ise laik demokratik muhalefet olur.
İdeoloji veya inanç olarak mevcut iktidara muhalif olanlar onu belli mercilere şikâyet ve onları tahrik etmek için bunu yapıyorlar.
Mevcut düzende iktidarı, “İslâmî düzen iktidarı” sanıp da bu düzene ait taleplerde bulunan, böyle bir beklenti içinde olan, bu yüzden muhalefet bayrağını çeken safdiller ise hayal âleminde yaşıyorlar.
Samîmî olarak İslâmî düzen isteyenlerin yapacağı şey, kendilerinden başlayıp adım adım genişleyerek bunu da öğretim ve eğitim yoluyla yaparak kâmil Müslümanlar olmaya çalışmaktır.
Kâmil Müslümanlar topluluğu altyapı ve temel, İslâmî siyasi düzen ise üst yapıdır.
Bu iktidardan beklenen, örgün ve yaygın eğitim ve öğretim ile İslâmlaşma (fert ve toplumun Müslümanlığını ikmal etme) faaliyetini engellememesi, aksine elinden geldiğince desteklemesidir. Tek parti hükümetlerinden bu yana birçoğu bu engellemeyi yapmış ve dini yaşamak isteyen halka gözyaşı döktürmüş, olmadık baskılar uygulamışlardır.
Bu vesileyle “İslam ve onun muhalifleri” ne demektir sorusuna cevap yazmaya çalışacağım.
İslâm, Batı’da söylenen ve anlaşılan mânâda bir din olmayıp, inanan ve inanmayan bütün insanlığı ilgilendiren, değerler, değerlendirmeler, hükümler, düzenlemeler, çağrılar ihtiva eden bir ilahî nizamdır; bilgi, inanç, ibadet, düzen ve düzenlemeler bütünüdür. Bu bütün, ilke olarak beşer üstü bir kaynaktan (Allah’tan) gelen vahye dayanır. Vahyin bilerek ve sebepli (hikmetli) olarak açık bıraktığı (meskût geçtiği) alanlar içtihat ile doldurulur; ancak içtihat da vahiyden müstakil bir bilgi ve hüküm üretim aracı değildir, vahyin ışığında ilahi irade ve rızanın keşfine çıkıştır, bulunan ve bilineni, Allah’ın iradesi bu olmalıdır zannı ile kabulleniştir. Durum böyle olunca da gerek açık vahyin getirdiği ve gerekse bunun ışığında içtihat ile elde edilen bilgi ve kurallar -inananlara göre- tek doğrudur, tek meşrûdur. Son Peygamberin (s.a.) tebliğ ettiği din, bu tebliğden sonra yegâne hak dindir.
Usule uygun içtihat ve yorum farkları da bütün halinde İslâm’dır. Bu bilgi ve kurallar yalnızca ferdin özel hayatında ve vicdanında değil, dünya ve insan hayatının bütününde geçerlidir.
İslâm’ın karşısında (ona muhalif olan) laik ve seküler düşünce ve sistemler vardır. Burada akıl, vahiyden müstakildir, vahye muhtaç değildir, doğruyu ve meşrû olanı bilme ve bulma kabiliyet ve selahiyetine sahiptir, dünya ve kamu hayatı aklın bilgi ve bulgularına göre düzenlenmeli ve yönetilmelidir, din bu alana karıştırılmamalı, fertlerin özel hayatlarında ve vicdanlarında kalmalıdır.
Bu iki inanç, düşünce ve düzen sisteminin birbirine zıt, muhalif, birbirinin karşısında olduğu apaçık ortadadır. Bu iki sistemden birine mensup olanın da diğerine muhalif olması kaçınılmazdır. Bu muhalefet İslâm tarafınca uzlaşma kabul etmez bir muhalefettir; çünkü uzlaşma, ihtilaf noktalarını ortadan kaldırmakla gerçekleşir, ihtilaf noktalarını ortadan kaldırmak ancak karşı tarafın İslâm’a uyması, İslâmî sistemi benimsemesiyle gerçekleşebilir. Bu olunca da ortada iki kalmaz, bir kalır, birlik oluşur.
Müslümanlar ister galip ve hâkim olsunlar, ister mağlup ve mahkûm bulunsunlar başka sistemlere mensup insanlarla beraber olabilir, birlikte (bir yerde, yurtta, işte, dünyada...) yaşayabilirler, ancak bu, “birliğe” değil, beraberliğe, uzlaşmaya değil, anlaşmaya bağlanır ve dayanır.
Müslümanlar hâkim olduklarında diğer inanç guruplarına başta din, düşünce ve vicdan hürriyeti olmak üzere gerekli insan haklarını tanırlar, verirler; Hz. Ali’nin deyişiyle -inanç farkının zaruri kıldıkları dışında- hak ve yükümlülükte (hukuk karşısında) Müslümanlara eşit olurlar.
Adı ve çağı ne olursa olsun başka bir sistem ve rejim hâkim, Müslümanlar da mahkûm olduklarında başta düşünce, din ve vicdan hürriyeti olmak üzere bir kısım temel insan haklarının onlara verilmediği, kendilerine baskı yapıldığı, başka sistemlerin dayatıldığı görülmüştür, görülmektedir. Bu durumda Müslümanlar sistemin imkânlarından yararlanarak haklarını talep ederler, verilirse bir anlaşma zemininde kendi sistemlerini yaşarlar, başkalarına da inançlarını dayatmazlar, anarşi ve teröre başvurmazlar, onlardan ülkelerine ve diğer insanlara ancak hayır ve iyilik gelir. Hakları verilmez, baskı da yapılırsa kırılır ve incinirler, izhar edemedikleri muhalefetlerini içlerine gömerler, fırsat kollarlar, baskı artarsa Filistin’de olduğu gibi bazen ölçüyü de aşabilen savunma mekanizmalarını harekete geçirdikleri görülür.
Bütün dünyada İslâm ve karşısındakiler arasındaki ilişki, yukarıda özetlemeye çalıştığımız ilişkiler ve tavırlar yumağı içinde gerçekleşmektedir. İslâm’ı ve Müslümanları yumuşatmaya, uslandırmaya, yabancı sistem içine sokmaya (budamaya, kendilerine uydurmaya, benzetmeye, uzlaştırmaya) çalışanlar bilmelidir ki, İslâm –bugün yeryüzünde yaşayan– bir başka dine ve sisteme benzemez, o tektir, farklıdır, muhaliftir ve böyle kalacaktır. Bugün iki milyara yakın, yarın dünya nüfusunun yarısından fazla olacak olan Müslümanları yok etmek mümkün olmayacağına göre iş, başkalarına düşmektedir; yapacakları da ya taviz vererek uzlaşmak yahut da anlaşmaktır.
Filistin, Myanmar, Keşmir, Çin Uygur Bölgesi, bazı Afrika ülkeleri… buralarda yaşayan Müslümanları yok etmeye veya dönüştürmeye çalışan zalimler şunu iyi bilsinler ki, bunda başarılı olamayacaklar, mesela geçmişte Moğollarda olduğu gibi ya kendileri (nesilleri) Müslüman olacak, ya belalarını bulacaklar ya da zulümlerin biriktirdiği enerji ile İslâm dünyası oluşacak, birlik gerçekleşecek, güç ile yola getirileceklerdir.