AK Parti iktidara geldiğinde hükümetin dış politikadaki yeni meyil ve açılım işaretlerinden rahatsız bir muhalefet temsilcisi yaptığı açıklamada “yetmiş yıldır izlenen dış politika çizgisinin dışına çıkmanın tehlikeli bir macera olduğunu, tarih boyunca Arapların bize hiçbir faydalarının dokunmadığını, onlardan bize bir hayır gelmediğini, onlardan öğrenecek bir şeyimizin bulunmadığını ve bizim Müslümanlığımızın da onlarınkine nispetle daha iyi olduğunu” ifade etmişti. Ben de, yukarıdaki başlık altında şunu yazmıştım:
Bu tip politikacıları anlamak -çok zor demeyeceğim- çok kolay; millî iradeden ve tarihi misyonumuzdan kaynaklanan kısa ve uzun vadeli hedefleri yok, bu hedeflere varabilmek için ince elenip sık dokunarak tespit edilmiş stratejileri ve programları yok; beyanları, kararları, tedbirleri tepkisel; dünyada ve ülkedeki güncel gidişat ve esintilere bağlı, hepsinden önemlisi de iktidarı karalamaya ve yıpratmaya, bir an önce iktidar koltuğuna oturup nimetlerini dermeye yönelik. Böyle olmasaydı bu ve benzeri siyasetçilerimizin şöyle düşünmeleri gerekirdi:
1. Yetmiş yıldır değişmeyen bir dış politika çizgisine sadık kalmak, dış politikayı yetmiş yıl öncesinde bırakmak, yetmiş yıldır değişen şartlara göre bir dış politika çizgisi oluşturma kabilinden mahrum olmak demektir. Kaldı ki, dış politikamızın yetmiş yıldır değişmediği de bir hurafeden ibarettir; yalnız değiştirenler, değişikliği empoze edenler başkalarıdır, verilen rolü oynayanlar ise bu ülkenin yöneticileridir. “Başkaları” yeni hükümetin yeni kararları ve birkaç atağının, “verilen rolü oynamama eğiliminin işaretleri olabileceğinden hareketle” durumu yakın takibe almışlar, bizimkiler de hükümeti şahsiyetli dış politikaya teşvik edecek yerde “başkalarının endişelerine katılmayı” tercih etmektedirler.
2. “Araplardan tarih boyunca bize hayır gelmediği” iftirası, “Türklerden Araplara hiçbir hayır gelmedi, onlar bizi sömürdüler ve geri kalmamıza sebep oldular” iftirasıyla beraber Osmanlı Devleti’ni parçalayıp yıkan ve ümmetin birliğini bozan ecnebilere, ümmet devletinin düşmanlarına aittir. Düşmanın oyununa gelenler önce onlarla işbirliği yaparak devleti parçaladılar, parçalar kendi başlarının çaresine bakmaya koyuldular, her biri iyilik meleği görünümüne giren yabancı şeytanın etkisinde kaldılar, birçok yanlışlıklar oldu. Bugün bize düşen bir tarafı suçlayıp soğukluğu devam ettirmek değil, geçmişten ibret almak, “Gâvurdan dost, domuzdan post olmaz” vecizesini unutmayarak kendimize (İslâm âlemine) dönmek, bu âlem içinde bütünleştirici dış politikalar üretmek ve takip etmektir. Birleşmek, bütünleşmek, dayanışmak başlı başına bir hayırdır, faydadır; bundan güç doğar, gücü de iyi kullandığımız zaman dünyanın efendileri arasına gireriz.
Yetmiş yıldır izlenen dış politika bizi efendilerin hizmetçileri arasına soktu, statümüzü birazcık -dünkü teba’amız Yunanlılar kadar- değiştirmek için yaptığımız başvurular, yalvarıp yakarmalar, yaranmak için kılıktan kılığa girmeler hiçbir fayda vermiyor; çünkü çağımızda haklı olmak, hak elde etmek için güçlü olmak gerekiyor. Osmanlı’yı zayıflatıp, parçalayıp yıkanlar onların çocuklarını güçlendirmezler. Şu halde bizim gücü başka yerlerde ve politikalarda aramamız gerekiyor.
Ümmet şuuru bir kere kaybolmaya görsün -o zaman- her eski ümmet grubu (ulus) egoizme sapar, diğerlerine -kasap gibi- ne kadar yağ çıkar diye bakar. Hoş Cumhuriyet devri siyasîleri böyle bile bakmayı beceremediler ya! Becerebilselerdi bugün kalkınmış ülkelerin, Osmanlı’nın yıkılışından beri Araplarla -ve diğer İslâm ülkeleri ile- kurdukları ilişkilerin benzerlerini kurar, zenginliklerini borçlu oldukları menfaatleri elde ederlerdi. (Bunu beceriksizliklerini ifade etmek için söylüyorum; yoksa ümmetin bir parçasının diğerine zulmetmesi, onu sömürmesi, ondan haksız kazanç elde etmesi caiz ve mümkün değildir.) Bu ilişkileri kuramamanın baş sebebi beceriksizlik de değildir, -üzülerek kaydediyorum- İslâm korkusudur. İslâm dünyası ile bütünleşme, yardımlaşma ve dayanışmanın ülkede siyasî İslâm’ın (!) güçlenmesine sebep olması ihtimalidir. Batı ile efendi-hizmetçi ilişkisi, İslâm ile efendiliğe tercih edilmektedir.
3. “Bizim Araplardan ve diğer Müslüman topluluklardan daha iyi Müslüman olduğumuz, İslâm’ın da iyisinin bizde bulunduğu” iddiası -her nedense daha çok üst makamlardaki siyasîlerden- sık sık sâdır olmaktadır. Bu kişiler, İslâm’ı doğru anlama, fert ve toplum olarak daha iyi (kâmil) uygulama açısından bir mukayese yapamayacaklarına -bunu bilemeyeceklerine, esasen bilmenin de pek kolay olmadığına- göre satır arasında bir başka şeyi söylüyor olmalılar. Bu “şey” ne olabilir diye biraz düşününce, onların da zaman zaman dile getirdikleri şu tespit maksadı anlamaya yardımcı oluyor: “İslâm dünyasında laikliği en kâmil mânâda uygulayan tek ülke Türkiye’dir.”
Bu iki cümle yan yana getirildiğinde satır aralarını şöyle okumak mümkündür: “Diğer İslâm ülkeleri az veya çok şeriatı işe karıştırıyorlar -laik değiller-, biz din ve dünya işlerini kesin olarak birbirinden ayırdık, dini devletin kontrolüne verdik, Müslümanlığa farklı bir yorum getirdik (şeriatsız Müslümanlık olur dedik). Halkımız inanç ve ibadetlerinde istedikleri kadar (!) Müslüman olabiliyorlar, bu da bize yetiyor; işte en iyi İslâm anlayışı ve uygulaması budur, bunu da -İslâm dünyası içinde- yalnızca biz gerçekleştirdik.”
Ben satır aralarını okudum ki, halkımız bir şey bilir zannettikleri bazı siyasîleri dinleyip ümmetin diğer parçaları hakkında kötü düşünmesinler!
Bu yazıyı bir daha hatırlattım; çünkü tarih tekerrür ediyor.
https://www.yenisafak.com/yazarlar/hayrettin-karaman/hangisi-daha-iyi-musluman-4554167