Hz. Peygamber (s.a.) Medine’ye hicret buyurunca burada yerleşmiş topluluğun yılda iki bayramları olduğunu öğrendi, sonra “Allah size (Müslümanlara) onlardan daha hayırlı iki bayram lütfetti” diyerek Ramazan ve Kurban bayramlarını ilan etti. Böylece mezkûr iki bayram, Müslümanların şiarları; sancak, bayrak, ezan, cuma gibi belirleyici, tanıtıcı alametleri arasına girdi. Diğer sembollerin, şiarların içine nasıl güzellikler, iyilikler yerleştirilmiş ise bayramlarımızın da içine böyle güzel davranışlar, ibadetler, yardımlaşmalar, sıla-i rahimler yerleştirilmiş, böylece bayramlara dini, sosyal, ekonomik, ahlâkî fonksiyonlar yüklenmiştir.
Aşkın boyutundan günlük hayatımıza ve maddi menfaatimize kadar uzanan bayram bereketi karşısında bizim tavrımız ne oluyor, geçmişlerimiz ne yaparlardı, biz ne yapıyoruz?
Bayramı, yukarıda özetlenen maddi ve manevi mahiyeti, bereketi, rahmeti içinde idrak eden, böyle algılayan ecdadımız, günlerce evvelinden bayram hazırlığına girişirlerdi. Herkes kendi imkânına göre gerekli hazırlıkları yaptıktan sonra bayram gününü bekler, ilk günün gecesinden itibaren bayramın rahmet ve neş’esine girerdi. O rahmet kanatları ile günlük, adi, bencil hayatından ayrılarak yükselir, Tek Bir Allah’ın Son Peygamberi’nin tek bir bütün olan ümmetinin katına ulaşır, damlanın deryasına kavuşması gibi bir vuslat neş’esi yaşardı. Çocuk, genç, yaşlı, hasta, sağlıklı, fakir, zengin herkes bu neş’eden bir nasip alırdı.
Çocukluk ve ilk gençliğimizde böyle idrak edilen, böyle yaşanan bayramlar son yıllarda değişti; şüphesiz bayramlar değil, çağdaşlaşan Müslümanlar değişti. Bizde çağdaşlaşma Batı örneğinde gerçekleştiği için maddi ve ferdî fayda ön plana çıktı, diğeri ve başkasıyla ilişkiler soğudu, faydacılık, hazcılık ve özgürlük sevdası insanımızı yalnızlaştırdı, yabancılaştırdı. Bu değişimden her şeyimiz gibi bayramlarımız da etkilendi. Şimdilerde bayram hazırlığı “bir kaçış” hazırlığı oldu; çaresizler ve imkânsızlar dışında herkes bayram günlerini, yakınlarından uzak bir köşede geçirmenin yol ve çarelerini arar, bulur hale geldi. Ne ziyafet, ne ziyaret, ne sıla-i rahim, ne yardımlaşma, hatta ne de ibadet... Bunlar olmayınca da bayram olamayacağı için bayramlarımız gitti, onların yerine tatiller geldi.
Biz ezanımız, cumamız, bayramımız, selamımız, kelime-i tevhid, hamd ve şükürlerimizle Müslümanız. Bunlar hayatımızdan gittikçe kabuğumuz değişir, kabuğumuz değiştikçe içimiz de değişerek başkalaşırız. Başkaları terkediyor, değiştiriyor, uzaklaşıyor diye aynısını yapmak şuurlu Müslümanlara yakışmaz; onlar iman ve ibadetleri kadar şiarları konusunda da hassas olmak durumundadırlar. Gelin selamlaşalım, ziyaretleşelim, engelimiz yoksa cemaate devam edelim, besmeleyi, kelime-i tevhid, hamd ve şükrü dilimizden düşürmeyelim, bayramlarda eş, dost, tanıdık ve bildiklerle olalım; bayramlaşalım, sevgi, rahmet ve nimeti paylaşalım; evet bunları yapalım ki Müslümanlığımız zayi olmasın, bize yüklenen emaneti bizden sonraki nesillere olduğu gibi teslim edebilelim.
Moderni-tenin etki alanında değişmemiş İslâm insanı için şenlik günü olan bayram ile içinde bulunan ibadet, sosyal yardım ve kurban ilişkisini anlamakta bir müşkil söz konusu olamaz. Neşe ve şenlik insanın hakkı, ruh ve beden sağlığı için gerekli olmakla beraber bu hal, kulu Allah’tan uzaklaştırmamalı, huzur ve şuuru bulandırmamalıdır. Vücut, hayat ve servet Allah’ındır, Yüce sahip ve Yaratıcı tarafından kullara emanet edilmiş, tasarrufu için de kaideler ve sınırlar konulmuştur. Allah’ın kullarından bir kısmı keder, ıstırap ve yokluk içinde iken diğerlerinin sevinç, şenlik, rahat ve servet içinde olmaları ilahi adalete ve rızaya aykırıdır. Zenginler ya yoksulların temel ihtiyaçlarını sağlayacak ve onlarla beraber bayram sevincini yaşayacaklardır yahut da –yoksullar ihtiyaç içinde kalmış iseler– zenginlerin bayramları eksik olacaktır; refah, şenlik ve sevinç hakları olmayacaktır.
Zekât, kurban, fıtır sadakası, nafaka vb. yardımlar ve vergilerin amacı, toplum içinde temel ihtiyaçlarını (yeterli mesken, yiyecek, içecek, giyecek, zorunlu öğrenim, ulaşım, tedavi... giderlerini) karşılayamayan hiçbir ferdin kalmamasıdır. Toplum içinde böyle biri kaldığı müddetçe zenginlerin yükümlülüğü kırkta bir zekâtla, yetmiş liralık fıtır sadakası ile yılda bir iki kilo et ile yerine gelmiş, ifa edilmiş olmaz, toplum sorumluluktan kurtulmuş sayılmaz.
Yoksulluk yüzünden beslenemeyen, barınamayan, tedavi göremeyen, okuyamayan, kötü yola düşen, emeği sömürülen, köle gibi kullanılan, emsalinin yanında mahcup duran... insanlar bulunduğu müddetçe toplum ve özellikle ihtiyacından fazla malı mülkü olanlar vebaldedir, günahtadır. Bu günahı nafile haclar ve umreler de, namazlar ve tespihler de, lüks veya ikinci derecede ihtiyaçlara cevap veren hizmetler de ortadan kaldıramaz.
Şuurlu, sorumluluk duygusuna sahip zenginlerden ve hayır için yola çıkmış heyet, örgüt ve kurumlardan acilen şu hizmeti bekliyorum: Ayrı ayrı veya –daha iyisi– bir çatı altında birleşerek bütün ülke yoksullarının ihtiyaçlarına cevap verecek bir sivil kurum oluşturmak, bu kurum aracılığı ile ülkede “temel ihtiyaçlarını temin edememiş bir fert bırakmayıncaya kadar” yardımlaşmayı sağlamak. Bu çağrıyı fırsat buldukça Ensar ve MÜSİAD gibi kurum ve kuruluşlara yapmaya devam ediyorum. Bunlar ve benzeri kurumların hayırda ve bu hizmete öncülükte yarışmalarını diliyorum. Bu yapılmadığı müddetçe, başımıza gelen bir kısım belaları da yoksulların ahından, zenginlerin günahından bilmemiz gerekiyor.