Daha önce yaşadığımız ve bildiklerimizin çok ötesinde yıkıcı bir depremi yaşadık. Deprem sadece binalarımıza yıkmadı. Birçok şeyimizi yıktı. Gerçi bazı kaybolmuş değerlerimizi yeniden yeşerttiğini söylesek de yalan olmaz.
Böylesi bir olaya herkes farklı bir gözle baktı. Gerçi olay biraz da körlerin fil tarifine benziyordu. Zira herkes baktığı pencereden görebildiği yerin tasvirini yaptı.
Ekonomistler; yıkılan fabrikalara, burada inşa edilecek evlerin ve binaların maliyetine, ülke ve dünya ekonomisine vereceği zarara dikkat kesildiler. Pandemi sonrası çok büyük küresel krizlerin yaşandığı bir dönemde bunun vereceği ekonomik zarar elbette küçümsenemezdi. Ne kadar zamanda normale döner bilinmez.
Sağlıkçılar; ortaya çıkabilecek muhtemel salgın hastalıklara yoğunlaştılar. Hastaneler yıkılmış, sağlıkçılar bile kendi dertlerine düşmek zorunda kalmışlardı. Temizlik ve beslenmenin bu kadar azaldığı bir dönemde pusuda bekleyen hastalıklar elbette olacak. Acil alınması gereken tedbirler olacaktı.
Sismologlar / yer bilimciler; bu kadar şiddetli bir sarsıntının dünya katmanlarındaki etkisini, bundan sonra olabilecekleri bulmaya çalıştılar. Zira sadece komşu şehirlerden veya ülkelerden değil de komşu kıtalarda hissedilmiş büyük bir depremden bahsediyoruz. Ülkemiz bile yer değiştirmişti.
Sosyologlar; depremin travmasını yaşamış halk tarafından ortaya konacak kitlesel göçün bölgedeki demografik yapıyı nasıl değiştireceğini, bu iç göçle diğer şehirlerin alacağı yükü nasıl sindireceğini bulmaya çalıştılar. Bunun üzerine kafa yordular. Endişelerini dile getirdiler.
Siyasetçiler; her zamanki gibi buradan kendileri için nasıl bir çıkar elde edeceklerine yoğunlaştı. Bölgeye ilk kez gelmiş kimi figüranlar kameralar karşısında rollerini oynadı. Alışık olduğumuz şekilde “elini taşın altına koymak yerine, eliyle diliyle taş atmayı” tercih ettiler. Taş atma yarışı daha kazançlı görülüyordu zira…
Haksız olan var mıydı? Bana göre yoktu… Herkes haklıydı. Baktığı pencereden, çalıştığı sahadan incelenirse “Herkes, çok haklı ve önemli şeyler” söylediler.
Burada olaya dini açıdan bakanlarımız da oldu. Bir grup; “Bu Allah'ın bir kaderidir. Kadere karşı gelinmez ki” dedi. Bunu deyince hemen karşısında şöyle bir cevap verildi. “Biz Müslümanız ama işlerimizi güzel yapmadık. ‘Allah yaptığı işi güzel yapanı sever’ hadisi şerifini okuduk ama günü kurtarınca yarını ve ahireti de kurtaracağımızı sandık. Tüm bunları “kaderdir” diyerek kabul edersek, insanların dünya menfaatini elde etmek için yaptığı hataları örtmüş olmaz mıyız? Oysaki Rabbimiz; “insanların kendi kazandıkları sebebiyle karada ve denizde fesat çıktı” buyurmuyor mu? Yani bu fesadın vebali biraz da insanların üzerinde değil mi?” dediler.
Haksızlar mı? Elbette haksız değiller…
Bir başkaları da olaya farklı bir açıdan baktılar. Sorgulamak ve sorumluluk gömleğini yeniden giymek / giydirmek istediler. Ancak burada da daha çok “ötekilere” yüklendiler. “Hata işleyen ve günaha dalan onlar” yüzünden olmuştu bu olanlar… İnsanların işledikleri günahlar, Allah'a karşı gelme konusundaki azgınlıkları, ellerinde var olan nimetin kadir kıymetini bilememe konusundaki sınırsızlıkları bu olaylara sebep olmuştu.
Sonra kendimize bakıverdik… Dün evlerimizde oturup durmaktan şikâyetçiydik. Hep aynı yemeği yemekten dolayı muzdariptik. Birkaç yıldır kullandığımız mobilyalarımız gözlerimize batmaya başlıyordu. “Ne yapsak?” diye düşünüyorduk. Biraz da değişime ve hayata heyecan katmaya ihtiyaç vardı. Derken şikâyetçi olduğumuz her şey elimizden çıkıverdi. Şimdi bir çadıra sığmaya çalıştık. Bir arabanın içi de fena değilmiş dedik. Demirden yapılan bir konteyner da bayağı lüks oluverdi.
Burada Allah'ı unutmayı, Allahsız(!) bir dünya hayaliyle yanıp tutuşanların, onun güç ve kudretini bir kenara bırakarak sadece doğal olaylarla izah etmeye çalışanların dışında herkes haklıydı. Elbette “Allah’u ekber!” denilmesinden bile rahatsız olanlar da vardı. Onlar da kendi baktığı deliklerinden haklıydı(!) tabi ki. Bugüne kadar emirlerine savaş içinde bulundukları Allah'a şimdi boyun mu eğsinlerdi? Bu onlar için de büyük bir tezat olacaktı… Onlar da kendi şakulesine uygun olan yorumları yaptılar.
Enbiya Suresi şöyle başlar: “İnsanların hesaba çekilecekleri gün iyice yaklaştı; hâlbuki onlar gaflet içinde haktan yüz çevirmektedirler. Ne zaman Rableri’nden kendilerine yeni bir ihtar gelse, onlar bunu, akılları başka yerde, kendileri oyun ve eğlence içinde iken dinlemişlerdir. O zalimler, “Bu da sizin gibi sadece bir insan değil midir? Şimdi siz göz göre göre büyüye mi kapılıyorsunuz?” diye gizlice fısıldaşmaktalar.” (Enbiya Suresi 1-3)
Yani insanlar oyun ve eğlencenin içindedirler. Günlük meşguliyetler, yarışlar, bitmeyen koşuşturmacalar, yetmeyen imkânlar, yarına ait planlar… Ama tüm bunlara karşın yaklaşan bir hesap vardır ve biz o hesabı unutuveririz. Bu hesaba depremin altında kalanlar mı yoksa deprem bölgesinin dışında kalarak kısa bir vicdani sorgulamayla görevlerini yapanlar(!) mı yakalandılar bunu bilemem…
Aslında herkes başkasını suçlamadan,
Arzı ve semayı da Allah’ın yarattığını ve burada “sünnetullah” dediğimiz kanunları koyduğunu bilerek,
Nefsine dönerek,
Eksikleri ve hataları için tevbeye sarılarak,
Nimetler elden gitmeden değerini bilip şükrünü çoğaltarak,
Allah’tan ve Allah’ın kullarından kopmadan,
Kime, nerede ve nasıl muhtaç olabileceğimizi de düşünerek,
Kardeşliğin değerini bilerek yaşamak lazım...