Hamza TÜRKMEN - Nefsimiz ve öteki ile mücadele safahatı - 1 Ekim 2021

Hamza TÜRKMEN - Nefsimiz ve öteki ile mücadele safahatı - 1 Ekim 2021

Hamza TÜRKMEN - Nefsimiz ve öteki ile mücadele safahatı - 1 Ekim 2021


Nefsimiz, gerek kendi iç denetimi gerek öteki nefislerle tearuf ilişkisinde (49/13) veya mücadelesinde vahyi ölçülere dikkat ettiği oranda takvasını, onur ve erdemini artırır, olgunlaşır. Vahyin şahidliği de böylesi bir arınma ve tutarlılık istikametinde yürünerek gereğince örneklendirilebilir. ‘Şahidlik’ en başta sahih bir iman, tavırlarımızda tevazu, îsâr (59/9) ve hak yol istikametindeki yürüyüşte kararlılıkla sağlanabilir.

İfadeleri Yusuf Aleyhisselam’a ait olduğu fikri ön planda olan ayette “Ben nefsimi temize çıkarmam, çünkü Rabbimin merhamet ettiği hariç, nefis aşırı derecede kötülüğü emreder. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayandır, çok merhamet edendir”(12/53) bildirimi nefsimizin denetimiyle işe başlayacağımızın önemli bir göstergesidir.

Nefsimizdeki ‘takva’ yolunu seçip Allah’ı birleme özelliği ile yaratıldığımız fıtrat çizgisinde (7/172) yürümek ile, ‘fücur’ çizgisinin eğilimlerine boyun eğip inkârcı veya imkânlı olmakla şımaran/‘mütref’(17/16) ya da bozguncu /‘müfsid’(10/81) olmayı tercih edenin konumu arasında kimliksel bir farklılık vardır.

Kur’an-ı Mübin’de ‘takva’ ayeti ‘sıddık, şehid, salih, sabikun” gibi kavramlar ya da şahsiyetlerle örneklendirilirken; ‘haz’ amaçlı bir şeye karşı aşırı sevgi ve ilgi ile yönelmeyi, dürtülerle ilgili sınırsız bencil arzulara yönelimi ifade eden ‘fücur’ kavramıyla irtibatlı olarak kullanılan ‘hevâ’ kelimesi kullanılır. Bayağı arzularına esir olan insanı Rabbimiz Furkan ve Câsiye Sûreleri’nde “hevâsını tanrı edinen” diye vasıflandırmış (25/43;45/23) ve hevâ başlıca sapıklık sebeplerinden biri sayılmıştır. 

Önemli olan varoluşumuzla birlikte nefsimizde veya sosyal hayatımızda potansiyel veya fiili olarak muhatap olduğumuz bu zıt kutuplar arasındaki ilişkiyi doğru bir çerçeveye oturtabilmektir. ‘Hak’ ve ‘batıl’ arasındaki tercihlerimize göre ‘imtihan’ edilmek üzere yaratıldığımıza göre, kendimiz dışında ötekini de Allah-u Teala yaratmıştır. Bizler yaratılmış olan beşer olarak, Müslim insan ve insanlar veya münkir, şaşkın, münafık insan veya insanlar olarak ayrılmakta ve değerlendirilmekteyiz.

Bizler Müslümanlarız ama karşıtımızı İslam dini dışında bir dine veya ruhçu, maddeci, dehrî, bilinemezci, deist veya ateist dünya görüşüne sahip olduğu için yani şirk taşıyan bir dünya görüşüne mensubiyetleri nedeniyle, bil fiil düşman veya nesne olarak görmüyoruz. Münzel vahiyde Rabbimiz herkese ey nas, ey insanlar olarak hitap eder. Ayrıca hem “La ikraha fid-din” / “Din’de zorlama yoktur”(2/256) hem “Lekum dinukum ve liye din” / “Sizin dininiz size, benim dinim bana”(109/6) ilahi hitapları ile insan, insan olarak görülür,nesneleştirilemez. Unutulmamalıdır ki hem kendimizdeki hem ötekindeki kötü ontolojik var oluş ve ayrıca iyiye yönelim bil kuvve potansiyeli, nefsimizdeki önemli bir dinamiği ifade eder, sürgit vakiî bir durumdur.

Nahl Sûresi’nde belirtildiğine göre Rabbimiz hepimizi annelerimizin karnından hiçbir şey bilmeden çıkarmış (16/78); ve şükretmemiz için ‘işitme, görme ve gönül/düşünme’ yetisi vermiştir (16/78). Allah-u Teâla insanda yarattığı ‘akıl, kalb ve gönül, ruh, nefis’ kavramlarıyla ifade ettiği kabiliyetler görünen bir kuvve değildirler. Ama bu Rabbani lütuflar insanın iradi canlılığını ve olumlu veya olumsuz kimliğini oluşturan gerçeklerdir.

Kur’an’da seçme yeteneği ile ilgili ‘akletme keyfiyeti’ teşvik edilmekte, işleyiş keyfiyeti itibariyle ‘kalb/gönül’ ve ‘ruh’ kavramları ise açıklamaya muhtaç olarak kullanılmaktadır. İnsanın kişiliğinde, psikolojisinde ve hayatında ‘akıl, kalb, ruh’ ve ‘nefis’ dikkate alınmazsa insan salt bir organizma olarak telakki edilir ki, irade taşımayan hayvan ve nebadat cinsinden farkı kalmaz. Bu kabiliyetlerini gereğince kullanamayanları Rabbimizin Âraf Sûresi’nde hayvandan daha aşağıda göstermesini de bu bağlamda anlamak gerekir (7/179).

‘Nefs’ ise ‘akıl, kalb, ruh’ kavramları arasında Kitab-ı Kerim’de tanım olarak en fazla açıklanan kavram olmasına rağmen, nefs kavramının tasavvuf, halk ve Doğu kültüründe çoğunlukla ‘nefs-i emmare’ olarak ‘kötü yanı’ ön plana çıkartılmıştır. “Ben nefsimi temize çıkarmam, çünkü Rabbimin merhamet ettiği hariç, nefis aşırı derecede kötülüğü emreder. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayandır, çok merhamet edendir”(12/53) ayetindeki “Rabbimizin rahmet ettiği kimse hariç” ifadesinde keyfiyet çoğu zamanda atlanıp, sadece nefsin kötülüğü emreden aşırılığı üzerinde durulmuştur.

‘Nefs-i emmare’: Kişinin arzu ve isteklerinde sürekli kötülük/‘seyyie’ ile davranmak eğilimini ifade eder. ‘Nefs-i emmare’ kişinin ‘ötekisi’ ve şeytanın nefsimizde yuvalanıp fücru/kötüye eğilim potansiyelini harekete geçirmesidir. Kehf Sûresi’nde zikredildiği üzere“Ateşten yaratılan” iradeli gaybi bir varlık olan cin taifesinden olup da Allah’ın emrinden çıkan İblis/şeytan (18/50), Nuh Sûresi’nde belirtildiğine göre Allah’tan ‘ba’s’/diriliş gününe (71/17-18) kadar insanları hak yolundan ayartmak için mühlet talep ederken, insanın fıtri yapısını saptırma, ‘fücr’ yanını teşvik etme izni istemiştir (7/14).  Nefsin eksik ve yanlış yanı ‘emmare’dir, bu da kötülükle özdeştir. Bu kötülük eğiliminden arınmak için sürekli Rabbimizin rahmetini hak edecek ameller sergilemeliyiz.

Lâkin nefs sadece kötülükten, gayr-ı meşru istek ve arzulardan, bağımlılık oluşturan kötü tutkulardan ibaret değildir. Ali Bulaç’ın tefsirinde işaret ettiği gibi tasavvufta da ruhçu felsefelerde de arınmak için ‘nefsin öldürülmesi’ peşinde olunur ki bu tutum da âlemi imar davasında dindar sufileri ve mistikleri hayatın dışına itmiştir. Moderniteyle beraber egemen olan Batı’da ise nefsin arzu ve tutkularının yerine getirilmesine çalışılır. Kapitalist tüketim kültürünün güç aldığı da bu azgın sınırsız hazcı isteklerdir. Ancak ‘nefs-i emmare’, nefsin tamamı değildir. ‘Nefs’i Şems Sûresi’nde belirtildiği gibi Rabbimiz biçimlendirmiştir (91/7) ve ‘nefs’ ile ilgili kullanılan olumlu veya olumluluğu da içeren altı terkip daha vardır:

‘Nefs-i mülhime’: Sahibine hem kötülüğünü hem iyiliğini ilham eden nefistir(91/7-8).

‘Nes-i levvame’: Kötülük ve kusurlardan pişmanlık duyarak kendini kınayan nefistir (75/2).

‘Nes-i zekiyye’: Masum, tertimiz can (18/74) anlamında kullanılır.

‘Nefs-i mutmaine: İlahi iltifata layık olan nefistir (89/27).

‘Nefs-i raziye’: Allah’tan gelen her imtihana razı olan nefistir (89/28) ki Rabbimiz “Korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmeyle imtihan edilmemiz”e sabredenleri müjdelemektedir (2/155).

‘Nefs-i mardiye’: Allah’ın hoşnutluğunu kazanmış olan nefistir (89/28).

İnsanın kendi ‘ötekisi’ ile muhasebesi ve iç tuğyanını aşmaya çalışması veya şeytana pabuç bırakmaması kalbiyle, aklıyla, ruhu ve nefsi ile müdahil olduğu önemli bir imtihandır. Rabbimiz Necm Sûresi’nde “nefsinizi öne çıkartmayın, çünkü O, korunanı daha iyi bilir” (53/32) diye hatırlatmaktadır; çünkü Kıyami Sûresi’nde belirtildiği gibi“mazeretler bulup kendi yaptıklarını gizlemeye çalışsa da” (75/15)Hesap Günü Nur Sûresi’nde ifade edildiğine göre insanın “kendi dilleri, elleri, ayakları” yaptıklarını açığa çıkaracak ve kendisi aleyhinde şahidlik edecektir (24/24).

İnsanın kendi dışındaki kendi cinsinden ‘öteki’ye karşıtlığı ise, Âdem ve eşinin ‘Cennet’ten çıkarılma süreçlerinde “birbirine düşman” olmaları halinin potansiyel olarak fıtratlarına, bugünkü ifadesiyle genlerine yerleştirilmiştir (2/36; 7/24). İnsanın birbirine karşı taşıdığı bu zıtlık potansiyelini ‘hak’ olanı kavrayarak doğru yönetmesi veya üstesinden gelmesi Kur’an bütünlüğünden çıkartacağımız ‘kulluk’ imtihanı olarak istenen bir durumdur: “Eğer Allah, insanların bir kısmıyla diğerlerini savuşturmasaydı dünyanın düzeni bozulurdu.  ..”(2/257) ; “.. Eğer Allah bazı insanları diğerleriyle savmasaydı manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın ismi çokça anılan mescidler yıkılır giderdi. ..”(22/40). Ayrıca Rabbimiz insanın kendi hatalarına ve yanılsamalarına ikide bir bahane bulmaması ve kendini denetlemesi için de Al-i İmran ve Nisa Sûreleri’nde de vurgulandığı gibi “Başına gelen kötülük kendi nefsindendir”(3/165; 4/79) hitabıyla da uyarmaktadır.

İnsan nefsinin kendi dışındaki öteki ile mücadelesinde kulluk bilinciyle nasıl bir tutum alınacağı Kur’an nassları bağlamında yorumlanırken erken dönem Müslümanlar tarihinde ‘fetihçi bir cihad zihniyetiyle taarruzu ve çatışmayı’, ümmetin güçten düştüğü son dönemlerde ise ‘uzlaşmacı bir barış’ı ön plana çıkartanlar olmuştur.

Hac Sûresi’nde öteki karşısında ‘sadece’ savunma savaşı olabileceğinin (22/39), Bakara Sûresi’nde de ne ötekine karşı mücadelede cihadın ‘mutlak anlamda’ saldırı umdesi olarak algılanacağının (2/191) belirtilmesi, ayetleri ‘İslami mücadelenin seyyâliyeti’ni gözetmeden Kur’an bütünlüğünden veya siyak-sibak bağından kopartarak ele almak anlamına gelir. Resul-ü Ekrem’den Müslim ve Ebu Davut’un naklettiği “Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin; Allah'tan afiyet dileyin! Fakat düşmanla karşılaşınca da sabredin ve bilin ki, Cennet kılıçların gölgesi altındadır” (Cihad, 20; Cihad 89) hadisi savaş açısından temkinin, ama savaş çıktığında da celâdetin önemini ortaya koymaktadır.

Rabbimiz Maide Sûresi’nde“… Bir kavme olan öfkeniz sizi adaletsizliğe sevk etmesin”(5/8) ayetiyle öteki kişi, zümre, cemaat veya kavim ile ilişkilerimize ‘adalet’ ilkesinin belirleyici olmasını istemektedir. Rabbimizin barışta veya savaşta savunma veya topyekûn taarruz hallerinde en önde gözetilecek ölçüleri her daim gündemde tutmalıyız. Rabbimiz buyuruyor:

“Size savaş açanlarla siz de savaşın; fakat haksız yere saldırmayın.”(2/190);

“Eğer onlar barışa yönelirlerse sen de barıştan yana ol ve Allah'a güven! ..”(8/61);

ya da “.. Artık onlar sizi bırakıp çekilir de sizinle savaşmazlar ve barış teklif ederlerse, Allah onlara saldırmanıza izin vermez.”(4/90).

Ancak Müntehine Sûresi’nde belirtildiği üzere müminlere saldıran veya onları yurtlarından sürmeye çalışan ve onlara yardım edenler asla ‘veli’/dost edinilmez (60/9)ve yeterli güç (8/60)elde edinildiğinde de Bedir’de, Uhud’da veya Kurayza’da yapıldığı gibi fiili olarak kıtal yapılır.

Kur’an hiçbir zaman inanç ve düşünce özgürlüğünü yasaklamamakta, imanın baskı ile gerçekleşmesini istememektedir. Dolayısıyla İslami tebliğin en imkânlı alanı savaş değil, barış ve karşılıklı anlaşma halinin yaşandığı ortamlardır. Ama kimliğini gizleyen veya ötekinin iradesine sığınan bir barış, kölelik şartlarını veya kimliksel inhirafı ifade eder.

Ben ve içimdeki öteki ile mücadeleyi, nefsimizi öldürerek değil ıslah ederek kazanacağımız gibi; dışımızdaki öteki ile ilişkimizi de onu yok ederek değil ıslah etmeye çalışarak kurmalıyız.

Bunu başaramamamız ya bu konuda yeterli araç gereçleri oluşturamamak ve güzel bir tarz ve üslup geliştirememek ile ilgilidir; ya da Tûr Sûresi’nde ifade edildiği gibi karşıtımızın iflah olmaz ‘tâğî’/azgın (52/32) bir topluluk olmasından kaynaklanmaktadır. Birinci hal istişâri mümkünse ‘şûrâ’ temelli öz eleştiriyi, ikinci hal ise tavır almakla beraber mücadelemizin seyyâliyetine göre ‘şûrâ’kararı ile tutum belirlemeyi gerektirir. Afganistan İslami direnişinin Ağustos 2021’de Kabil’i ele geçirmesiyle beraber Taliban Hareketi’nin görebildiğimiz kadarıyla şûrâ kararlarına bağlı bir seyir izlediğini takip ediyoruz. Bu tutarlılığın devamı ve geliştirilip günümüz şartları içinde kurumlaştırılması, ümmet coğrafyasında da yaygınlaşması en içten duamızdır.

İnsan, hayatı ve hakikati algıladığında ve tefekkür ettiğinde değişimin öznesi olur. Biz müminlerin görevi insanları nesneleştirmek değil özneleştirmektir.

Rabbimiz bizlere münzel vahyi bilgiyi idrak etmeyi nasip eylesin; bizleri ‘zan’dan arınmış sahih ve ‘yakînî’ bir iman ile nasiplendirsin.

Rabbimiz bizlere şehidliğe yürüyen tanıklık ve amel sahiplerinin yoluna ulaşmayı ihsan eylesin.

Kaynak / haksozhaber.net