Önceki yazımızın son cümlesinde: ‘Kuranıkerim’in ‘âlim/ulema’ kavramını tabiatı iyi bilenler için de kullandığını göreceğiz’ demiştik. Oysa meseleye yeniden bakınca bu cümledeki ‘de’ bağlacının fazla olduğunu fark ettim. Çünkü ‘âlim/ulema’ kavramı Kuranıkerim’de bir Allah için kullanılıyor; ‘gaybın da şehadetin de âlimi/bileni O’dur’ buyruluyor, bir de tabiatı bilen, tabiattaki ayetleri okuyabilen müminler için kullanılıyor, onlara da âlim deniyor. Yani Allah’ın ‘âlimler/ulema ya da alimûn’ dediği, fakihler ve müfessirlerden önce, bugünkü ifadesiyle mümin ‘bilim adamları’dır.
‘Görüyorsunuz, Allah üstünüzden su indiriyor. Onunla farklı renklerde meyveler bitiriyoruz. Dağlarda farklı renklerde beyazlı, kırmızılı, kuzgun siyahı yollar var. Aynen bunun gibi; insanlarda, hayvanlarda, davarlarda da farklı renkler var. Kulları içerisinde Allah’tan hakkıyla ancak âlimler ürperir. Allah Azîz’dir/mutlak galiptir, Ğafûr’dur/çok bağışlayıcıdır’ (35/Fâtır, 27, 28).
Bu ayetlerde Allah semaya, insanlardaki ve meyvelerdeki farklılıklara dikkat çektiği gibi toprağın yapısındaki farklılıklara da dikkat çekiyor ve bunları bilenlere ‘âlim/ulema’ diyor. Bu durum müminlerin bu konuları bilmelerine bir teşviktir, hatta bilmeleri bir zorunluluktur.
Demek ki, bunlar üzerinde düşünülmesi, yani ince bilimlerinin yapılması gereken konulardır. Açıktır ki, buradaki ‘âlim’ kelimesi tabiattaki bu farklılıkları bilip okuyabilen âlim, bugünkü ifadesiyle bilim adamı demektir. Mümin bunların bilimini Allah adına yaparsa ancak o zaman O’nun ayetlerini okumuş olur, Allah’ı görür gibi inanır ve ürperir. Çünkü ‘hakkıyla ürperme’ diye çevirdiğimiz ‘haşyet’, bir şeyin azametini ve mehabetini görüp ondan ürperme anlamında bir korkmadır. Demek ki, Allah’ı görür gibi tanıyanlar, mesela fıkıhçılardan önce tabiatı iyi tanıyanlardır. Dediğimiz gibi Allah ‘âlim’ kavramını bir kendisi için bir de bu söylediklerini bilenler için kullanmıştır. İleride göreceğimiz üzere, ilim/hakikat bilgisi Allah’a çok yakın bir alana, âlem-i emre ait olduğu için onu elde edenler Allah’a çok yaklaşmış ve O’nu yakından görmüş gibi olur ve ‘haşyet’ ederler.
Daha önce de söylemiştik, ‘ayet’, Allah’ın varlığını ve gücünü bilebilmek için iyi okunması ve anlaşılması gereken işaret demektir. Kuranıkerim’de ‘ayet/ayât’ kelimesinin kullanılışına bakanlar, üç yüzden fazla geçen bu kavramın %95’inin tabiattaki, göklerdeki işaretler anlamında kullanıldığını göreceklerdir. Bundan, Müslüman için Kur’an ilimleriyle tabiat ilimleri arasındaki oran bu olmalıdır gibi bir sonuç çıkarmak yanlış olur mu bilmiyorum? Yeter ki, mümin ‘rabbinin adıyla’ okumuş olsun. İlginçtir ki, Kuranıkerim’in böyle söyleyen ilk ayeti de ‘rabbinin adıyla oku’ derken, O’nun insanı bir ‘alaktan/spermden’ yarattığına dikkat çeker. Bunu anlayacağımız ilme de embriyoloji, biyoloji ya da tıp demek zorunda kalacaksınız.
Bunlarla vardığımız sonuç şudur: İslam ilme teşvik ederken ve âlimlere büyük payelere verirken, onları överken din ilmiyle dünya ilmi diye bir ayırım yapmaz, hatta ağırlığı dünya ilmine verir. Bu sebeple ‘rabbinin adıyla’ ve Allah için yapılacak olan ilimler/bilimler Allah’ın özellikle teşvik ettiği ilimlerdir. Yeter ki, Kuranıkerim onların Allah için olabilmesini sağlayacak kadar bilinmiş olsun. Onun bilinmesi için de lafızları üzerinde bir ömür kafa patlatmaktan daha kolayı, varlığı/dünyayı, insanı iyi tanıyarak onu anlamaya çalışmaktır. Ama bütün bunlar ‘rabbinin adıyla’ olmazsa ‘insanın kendini müstağni görüp tağutlaşacağına / azgınlaşacağına’ da dikkat çekilir. Böyle olan insan ilmi artık Allah’ı tanımak için değil, insanları ezip sömürmek, tabiatı bozup tahrip etmek için kullanır.
Bu noktada Resulüllah’ın (sa) ‘hurmaların aşılanması’ olayında söyledikleri çok anlamlıdır: ‘Ben size din adına bir şey söylüyorsam ona uyun, ama dünyaya ilişkin, kendi görüşüm olarak bir şey söylüyorsam siz de dünya işlerinizi iyi bilebilirsiniz’. O halde ilim değer bakımından din ve dünya ilmi diye ayrılmaz ama konusu itibariyle din ilmi dünya ilmi olabilir. Bu hadisi şerif müminleri dine bağlı kalmak şartıyla dünya ilminde serbest bırakmış, teşvik etmiş ve önlerini açmıştır.
Not: Yeni Şafak gazetesinden alıntıdır.