ERDİNÇ TEKBAŞ - FURKAN EHLİNE HAS “FARKINDALIK” NASIL OLMALI?

ERDİNÇ TEKBAŞ - FURKAN EHLİNE HAS “FARKINDALIK” NASIL OLMALI?

ERDİNÇ TEKBAŞ - FURKAN EHLİNE HAS “FARKINDALIK” NASIL OLMALI?


Evlilik ile ilgili yazımız üzerine kıymetli bir arkadaşım, “Kimseye etmem şikâyet” şarkısının acıklı hikâyesini benimle paylaştı. Bugünkü yazımıza geçmeden önce zorla yaptırılan trajik evliliklere bir örnek teşkil eden bu ilginç hikâyeden bahsetmek isterim.    

Kimseye etmem şikâyet, ağlarım ben hâlime,

Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime,

Perde-i zulmet çekilmiş, korkarım ikbalime,

Titrerim mücrim gibi baktıkça istikbalime”

Kaymakam Mehmet Öklü’nün hayatını kitaplaştırdığı İhsan Raif Hanım, bu güftenin yazarı… Bir paşa kızı olan İhsan Raif Hanım, 13 yaşındayken Taş Konak’taki odasında kardeşi Belkıs’la oynarken bir gürültü kopar. Kapı açılır ve Reji memuru Mehmet Ali tarafından kaçırılmak istenir. Hiçbir temas olmamasına rağmen, İhsan Raif Hanım kızının adının kirlendiğini düşünen babası tarafından zorla Mehmet Ali’yle evlendirilir. Daha sonra edebiyatımızda “hece ölçüsünü ilk kez kullanan kadın şair” unvanını alacak olan bu edibe hanım, işte bu hüzünlü güfteyi kaleme alır.

Bugünkü yazımız, fark etmenin etimolojisi üzerine olacak. Ümit ederim, her konuda “farkındalığımızın” artmasına vesile olur.

Fark, Arapça “fara?a-ayırdı” fiilinden türemiş olup Türkçe’de sözlük anlamı olarak “iki şeyin birbirinden ayrılmasını sağlayan değişik taraf” anlamına gelir.

Aynı kökten gelen fâruk, “ayıran” demek olup “hakkı bâtıldan ayırması” sebebiyle Hz. Ömer’in lakabı olmuştur. Furkân da yine “ayıran” demek olup hakla bâtılı ayıran bir kitap olduğu için Kur’ân-ı Kerîm’e “furkân” adı verilmiştir. Hak ile bâtıl açıkça ayrıldığı için Bedir Savaşı’nın olduğu güne de Kur’an’da “furkân günü” denilmiştir. Kur’an’da geçen furkan kelimeleri, içinde bulunduğu âyetlere göre farklı anlamlar içermekle birlikte hepsi yine “hakla bâtılı ayırma” temel anlamıyla ilişkilidir.

Fırka ise, “parti, bölüm, kısım, parça” gibi anlamlara gelmekte olup “siyasi parti” anlamında da kullanılmıştır. İngilizce “party” de “kısım, bölüm” gibi anlamlara gelir. İngilizcede 14. yüzyılda hukuki anlamda “bir davaya, anlaşmaya vb. dahil olan kişi veya kişiler grubu”, siyasi anlamda ise “bir kişiyi, politikayı veya amacı desteklemek için birleşmiş bir grup kişi” anlamında kullanılmıştır. “Akşam yemeği partisi, av partisi gibi belli sosyal zevk amaçlarıyla bir araya gelme” anlamı, 18. yüzyılın başında ortaya çıkmıştır. Türkçe’ye geçmiş olan apartman, kompartıman ve departman da “parti” ile aynı kökten gelmektedir. “Ayrılmış yer” anlamına gelen apartmanın asıl anlamı, “bir binânın bölümlerinden her biri” iken, Türkçe’de “bağımsız dâirelere bölünmüş binâ” anlamında kullanılmaktadır. “Bitişik bölümlerin her biri” anlamına gelen kompartıman “tren bölmelerini/bölümlerini” belirtir. “Bir bütünün ayrı ayrı bölümleri” anlamına gelen departman da “şirket, kurum vb. örgütlerin idari birimlerini/bölümlerini” belirtir.

Tefrik etmek, “parçalamak, ayırmak, ayrılık çıkarmak” manasında iken, tefrîka, hem “gazete veya dergilerde çıkan, birbirini tamamlayan yazı dizilerini” hem de “parça parça olmayı” belirtir. Yaşı biraz büyük olanlar, gazetelerde yayınlanmış olan “pehlivan tefrikalarını” hatırlarlar. Mehmet Akif’in mısralarında belirttiği gibi,

“Girmeden tefrika bir millete, düşman giremez;

Toplu vurdukça yürekler, onu top sindiremez.”

Alâmet-i fârika, “bir kişiye veya nesneye özelliğini veren, ayırıcı vasıf/işâret” anlamına gelmekte olup Osmanlılar’ın son ve Cumhuriyet’in ilk döneminde “marka” kelimesi yerine kullanılmıştır. Peygamberimizin hadislerinde müminlerin alâmet-i fârikasının namaz olduğu belirtilmiştir.

Müteferrik ise “ayrı ayrı, çeşitli” anlamına gelir. Müteferrika, Osmanlı sarayında “farklı farklı, çeşitli” işler yapmakla görevli kimseleri belirtir. Bu görevliler, diğer hizmetlilerden farklı olarak soy ve mevki açısından seçkin şahıslardan seçilir ve belirli bir işle değil, çeşitli hizmetlerde görevlendirilirdi. Müteferrikalık, Tanzimat dönemine kadar sürmüş olup ilk Türk matbaasının kurucusu İbrâhim Müteferrika da bu sınıfta görev yapmıştır.

Akıl; iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, menfaati zarardan fark etme/ayırma kabiliyetini ifade eder. Mümin, en büyük hayrı fark edip imana el uzattığı için aklın zirvesindedir. Ancak mümin, yaşamının her ânında “fark edebilme” eylemini yapabilmelidir.

Müslüman hiçbir zaman toptancı değildir, bırakın esasları, nüanslara bile dikkat kesilir. Aynı safta gözükseler de Ebu Cehil ile Ebu Tâlib’i bir tutmaz. Zulme karşı direnişte Müslümanlara yardımcı olan bir ehl-i Kitabı, firavun zihniyetine râm olmuş olanlarla bir görmez.

Mümin, düşmanlığa düşmanlık eder. Küfre karşı buğzederken, kâfire merhamet kanatlarını açarak muhatap olur. Günahtan nefret ederken, günahkâr mümin kardeşine şefkatle davranır.

Mümin, bir âlimi her şeyi bildiği için sevmez, “Her şeyi Bilen”i bildirdiği için sever.

Mümin farz ile sünneti de ayırır, sünneti de farz gibi iştiyakla eda eder, ama sünnetten zorunlu hallerde taviz verecek olsa da farzından asla taviz vermez.

Mümin, din ile mezhebi de tefrik eder; mezhepli olur, ama mezhepçi olmaz. Mezhebin araç, dinin amaç olduğunu bilir. Araca, amaca ulaşmak için önem verir.

Mümin, namazın bir araç, rıza-yı ilahinin ise hakiki amaç olduğunu bilir. Şekle takılmaz, ama şekli de ihmal etmez. Rabbi’nin hem Zahir hem de Bâtın isminin tecellilerini yaşar.

Mümin, Kur’an ile Kur’an’dan ilham alan kitapları da temyiz eder. Biri içinde şüphe olmayan mutlak mükemmeli, diğerleri ise mükemmele yaklaştıran iyileri ifade eder. Kitapların iyi olması, hata bulundurabilmesine engel olmadığı gibi hata bulundurabilmesi de iyi olmasına mâni değildir.

Mümin, birinin hatasıyla diğerlerini mesûl tutmaz. Suçlu ile masumu birbirinden ayırır. Bir topluluktaki suçlular yüzünden masumlara zarar vermez. Bir babanın âlimliğini/zâlimliğini çocuklarına sirayet ettirmez. Âlimden zâlim, zâlimden âlim doğacağını çok iyi bilir.

Mümin, Allah katında tek dinin İslâm olduğuna kati inanır ama İslâm’ı işitmemiş olanları, kesin cehennemlik olarak nitelemez, Rabbi’nin rahmet ve kudretine havale eder.

Mümin ne tedbire itimat eder ne de tedbirsizliği tevekkül eyler; cüz’i iradesini son raddesine kadar tedbir almada kullanırken, gönlünü külli iradenin hükmüne huşû ile teslim eder.

Mümin, zanda bulunurken nefsi ile kardeşine farklı muamelede bulunur; nefsine karşı savcı, kardeşine karşı avukat gibi davranır.

Mümin, ihtiyacı olanla olmayanı ayırır, sadakasını muhtaç olana verir.

Mümin, at ile iti ayırır; birine ot verirken diğerine et verir. Kâfiri imana davet ederken namaz ehlini takva mertebelerini tırmanmaya çağırır.

Mümin, din ile beşerî sıfatları ayırır. Ehl-i kitaptan eşini gönülden sever, ama dinine karşı en ufak bir meyilde bulunmaz.

Mümin, kâr ile yârı ayrı tutar. Eli kârda da olsa, gönlü daim yârdadır.

Mümin, iman nuruyla nazar eder; veli taslağı ile hakiki mürşidi tefrik eder.

Mümin dönemlerin gereğini fark eder, her çağa ona münasip tarzda hitap eder. Güneş aynı kalsa da aynaların değiştiğini bilerek davranır, yeni şeyler söylemesi gerektiğini bilir.

Mümin mekânların önemini fark eder, kesrette tevhidi bulur. Mekândan bağımsız fıtrat hâli tesettürü şart bilir ama çöldeki ile kutuptakinin farklı biçimde örtünmesine de hoşgörü gösterir.

Kısacası, mümin her konuda hakla bâtılı fark eder; hakkı hak bilip hakka ittiba eder, bâtılı bâtıl bilip bâtıldan içtinab eder.