EKİM 2021 BURS YARIŞMASI - KAZANAN YAZILAR

EKİM 2021 BURS YARIŞMASI - KAZANAN YAZILAR

EKİM 2021 BURS YARIŞMASI - KAZANAN YAZILAR


Gökçen MIDIK

BU İŞTE KALITIM MI SUÇLU,  YOKSA BİZ Mİ?

Irkçılar, doğuştan gelen ve kalıtımla geçmiş özelliklerin biyolojik olarak insan davranışını belirlediğine inanan kişilerdir. Örneğin cilt renginden düşünce yapısını tahmin etmeye kadar giden uzun ve ayrıntılı bir yol.

İnsanlığın tarihi gelişim ve değişim sürecinde kurtulamadığımız bir olgu olarak görülen ırkçılığın günümüzde hala etkisi açıkça ortada. Peki, teknolojinin büyük ölçütte ilerlediği ve bilgiye ulaşmanın sınırının ortadan kalktığı bir devirde neden hala bu düşüncedeyiz? Aslında bakarsanız, her insanın doğasında ve ruhunun en derinliklerinde bu ırkçı davranışları besleyen ve uygun zamanda ortaya çıkaran duygular vardır. Bu ırkçı duygular, kişinin sosyal durum ve katıldığı arkadaş çevresindeki ilişkilerle bağlantılı.

Irkçı tepkiler; korku veya tehdit, kin, hor görme ve iğrenme gibi duygularının farklı kombinasyonlarıyla ortaya çıkabiliyor. Bence bu sorunun altında yatan en büyük nedenlerden biri yine insanın kendisi. Thomas Hobbes’in çok bilinen bir sözü vardır: “İnsan insanın kurdudur”  şeklinde. Elimizde olmasa da istemesek de etkileniyoruz.

Karşımızdaki kişiyi kırıyor, hatta bazen çok daha ileri giderek onu yok farz ederek insan kimliğinin dışına çıkarabiliyoruz. Yabancı olanı dışlamak, farklı olana şeytan gözüyle bakmak ve onu düşman saymak gibi tepkiler insanın varoluşundan beri mevcut. Peki neden? Altında yatan pek çok sebep olsa da, bunlardan en önemlisi kültürel farklılık temelinde oluşan benmerkezcilik düşüncesi. Bencilliğin kılık değiştirmiş hali...

Eski uygarlıklarda kendine bir kuruluş, bir yönetim şekli oluşturup kendinden olmayanlara karşı oluşan ön yargı ve dışlama isteği… İşte ırkçılık kavramının oluşmasında, tüm bu birikimin var olduğundan hiç süpheniz olmasın.

İnsanlar belirli fiziksel özelliklere göre sınıflanabilirler. Ancak bu tür özellikleri kullanarak düşünce yapısı tahmini, sadece bir yargı olmuş olur. Yargısız infaz yapmak... İnsanın ahlaki özelliklerini, kültürünü ve hatta içinde bulunduğu sosyal konumu kalıtıma bağlamak tamamen irrasyonel bir şeyi rasyonelleştirmektir, yani ona göre bir kılıf bulmaktır.

Irkçılık dendiğinde akla gelen ilk örneklerden biri de Güney Afrika’dır. Güney Afrika’nın yerli insanları, içten içe işleyen ve hemen hemen hiç kesintiye uğramayan ırkçı damarın varlığını bizzat yaşayarak öğrendi. Burada yaşayan yerli halka, ülkenin yönetiminde beyaz azınlığın görev alması gerektiği söylenerek, siyahiler açlık ve sefalete sürüklendi. Beyazlar, kendi topraklarının zenginliklerinden pay almamaları için siyahileri, şehir merkezlerinden uzak tutmak için acımasızca yöntemlere başvurdular. Hatta söylenenlere göre, şehir planlamalarında bile sadece beyazların oturabileceği semtlere yer verdiler.

Modern dünyada ırkçılığın hala devam etmesinin en büyük nedenlerinden olarak bu da gösterilebilir: Göçmenlerin tehdit algısıyla günah keçisi haline getirilmesi ve neredeyse tüm dünyanın da bunu tasvip etmesi.

Keşke öngörülebilir bir şey olmasa. Ama maalesef bunu yapamıyoruz. Fakat bir yerden başlayarak eskilerden öte gelen bu savruk düşünceyi, törpüleyerek düzeltebiliriz. Mesela eğitim, ırkçılık ve ayrımcılıkla mücadele etmek için en önemli araçlardan biridir. İnsan hakları dersi çocuklara anaokulundan itibaren verilmeye başlanabilir. İnterneti ve Teknolojiyi sorumlu ve güzel kullanabilmek için teşvikler sağlanabilir. Okullardaki ırkçı politikalara son verilip bunun önüne geçilebilir ve tabi ki sadece okullarda eğitim verilmesiyle kalınmayıp ebeveynlerin de bu konuda eğitici bir tutum sergilemesi gerekir. Çünkü ne ekersen onu biçersin.

Çocukların erken yaşta ektiği sevgi tohumlarını eşitlik, adalet, saygı ve hoşgörüyle sulamaları sağlanırsa ırkçılığın bir sonraki kuşakta adını bile duymayabiliriz. Tarihin tozlu sayfalarına karışıp gider. Yeter ki bizden sonra gelecek olan nesle sahip çıkalım ve onlara vereceğimiz en büyük ve öncelikli ders, insanlık olsun...    

⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔ ⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔ ⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔

 

Kasım ALMAZ

UYANIŞ

Kaldırımdaki uzun beyaz, yer yer kaybolmuş çizginin üzerinde yürümeye çalışırken bir yandan kafasını sürekli meşgul eden düşünceye odaklanmaya çalışıyordu. Hiçbir arkadaşı yoktu. Zaten insanlarla tanışmaya cesareti de yoktu. “Ne söylesem ne düşünür, ne hisseder?” gibi düşünceler kafasını sürekli meşgul ederken, karşısındakilerin konuştuğu konu çoktan değişmiş oluyordu. Nasıl oluyordu bu? Kendisi hiçbir konuya hakim değilken, insanlar nasıl bu kadar fazla şey bilebilirdi? Oysa kitap okumayı, farklı konularda yeni bilgiler öğrenmeyi çok severdi. Her şeyi bilmek isterdi. Sorun buydu, belki de. Her konudan üstünkörü geçerken, fark etmeden kaçırıyordu belki de önemsiz görünen ama konunun özünü içeren küçük ayrıntıları. Tek kelime etmeden bunları kafasında kurarken sohbet biter ve herkes işine dönerdi. Başka bir gün yine aynı insanları gördüğünde selam vermek istiyordu ama, çoktan samimiyet ilerlemiş, yeni arkadaşlıklar kurulmuş ve farklı bir konuda bir sohbet başlamış olur ve sürekli tonu değişen kahkahalar adımlarının geri geri gitmesine neden olurdu. Sonra sadece kendisiyle baş başa kaldığı insanlardan uzak köşesine döner, her şeyi oradan izlemeye devam ederdi. Belki bir kaç defa birileri gelir, selam verirdi.Ama bu selamlar gittikçe azalır, bir yerde son bulurdu.

Kaldırımdaki çizgi devam ediyordu. Bazı yerlerde kaldırım daralıyor çizgi inceliyor veya kaldırımdaki bir ağaçta, bir bankta kesiliyor sonra biraz öteden devam ediyordu.  Yürüyüşü, kendi yalnız köşesine yaptığı yürüyüşler gibi tek başınaydı. Tek başına ve çizgiyi takip ederek... Kimseler yoktu sokaklarda. O esnada sonbaharın habercisi bir meltem sertçe okşadı yüzünü. Kuru hava genzini yakıyordu ve soğuktan burnunun ucu kızarmaya başlamıştı. Soğuktan titremeye başlayan ellerine baktı, bembeyazdı elleri, en sevdiği beyaz tonunda. Üşüse de ellerini cebine sokmadı. Çünkü elleri biraz ısındıktan sonra buğday rengine dönecekti ve sevmiyordu bu rengi.

Çizgi bir bankta kesildi yine. İki arkadaş oturuyordu bankta. Biri diğerinin omzuna koymuştu başını. Kendisini düşündü. Başını koyduğu bir omuz olmamıştı hiç. Çok yorulduğunda, uyukladığında ya da dalgın dalgın düşünürken başını koyduğu yer, ya bir pencerenin pervazı, ya bir masa ya da bir otobüsün camı oluyordu. Duygusuz, Sert ve soğuk bir zemin, başı ağırlaştıkça acı veren bir yer. Bir omuz isterdi böyle zamanlarda. Hiç konuşmadan rahatça başını dayayabileceği bir omuz. Arkadaşı olmadığı gibi, kardeşi de yoktu. Hep yalnızlıktı ona kalan. O kadar sessiz biriydi ki, hiç tanımayan birisi onun dilsiz olduğunu düşünebilirdi. Zaten kendisi de sıcak bir yemek yemezse, çok ta farkında değildi bir dili olduğunun. Hatta ‘konuşma yeteneğim var mı?’ diye düşündü, bir an. Konuşabildiğinden emin olmak için bir kaç kelime söylemeye çalıştı. Sesi boğuk ve kısıktı. Ses telleri bir rıhtımda çürümeye bırakılmış bir gemi gibi pas tutmuştu. Aklına ne geldiyse mırıldanmaya devam etti. Sonra bildiği bir şarkıyı söylemeye başladı. Sesi gittikçe yükseldi ve pürüzsüzleşti. Kendini, olağanüstü bir yeteneğini fark eden bir süper kahraman gibi hissetti. Mutluluk hissediyordu. Uzun zaman sonra gülümsüyordu, ilk defa. O sırada yoldan geçen biri ‘ne gülüyor bu böyle?’ gibisinden baktı. Fark ediyordu demek, insanlar onu. Biraz tedirginlik hissetse de, hoşuna gitmişti. Dünya yeniden canlanıyor gibiydi. Sıradan ve birbirleriyle karmakarışık sesler, kokular ve gördüğü her şeyi ayrı ayrı hissetmeye başlamıştı. Uykudan uyanmış gibiydi. Her gün yürüdüğü yolda, sanki farklı bir yerdeymiş gibi hissediyordu.

Binaların üzerinde artık bir hayli yükselmeye başlayan güneşe doğru baktı. Güneş hafiften yakmaya başladı yüzünü, ama elleri hâlâ üşüyordu. İki sokak ilerde büyük bir ova başlıyordu ve takip ettiği çizgi orada bitiyordu. Adımlarını hızlandırdı ve sonunda toprağın bir kaç santim gerisinde kalın bir fırça darbesiyle daire halini almış ve bitmişti çizgi. Bu noktada ayağını biraz kaydırarak ve biraz da sertçe son bir adım attı. Sonra hemen sağındaki binaya girdi. Çift yönlü açılır-kapanır kapıyı itti ve içeri girdi. Yine her zamanki gibi hiç bir şeyle ilgilenmeden köşedeki masasına doğru yürüyordu ki bir el hissetti omzunda. Günaydın dedi bir ses. Adımı yarıda kesilmişti. Yalpalayarak döndü. Ses devam etti: “Kahve ister misin?...”

♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦

♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ 

 

Yiğit Talha BALYEDİ

NASIL ETKİLERİZ !?...

Gençleri nasıl etkileriz? Sahi nasıl yapacağız bunu?

Konuşarak mı? Göstererek mi? Örnek olarak mı?

İslamofobinin gittikçe arttığı dünya toplumunda, biz Müslümanlar için en büyük dertlerden biri gayretimizi, amacımızı, ideallerimizi rahatça anlatamamak olmuştur. ‘İnsanlar bizim anlattıklarımıza mı bakıyor yoksa yaşantımıza mı!?’ sorusunu önce kendimize sorarak bu dertten kurtulabiliriz. Zira İslam dinine uygun yaşamayan bireyler, hatta sözde Müslüman olarak nitelendirdiğimiz bu kesim, ayağımızdaki en büyük pranga oluyor. Bu prangalardan kurtulmanın en rahat yolu Müslümanca yaşamak olacaktır. Müslümanca yaşayarak örnek olmamız gereken en önemli kesim ise gençlerdir. Gençlere nasıl ve ne denli yaklaşırsanız, onlarla ne kadar dertleşirseniz ve onların problemlerini ne kadar çok çözmek isterseniz, o yüksek kalitede gençler yetiştirirsiniz.

Gençlerin sosyalliği, toplumdaki yerleri, onların bazı şeyleri değiştirmesinde kolaylık sağlıyor. Bu yüzden Müslümanca yaşaması gereken asıl nesil,  gençlerdir. Dürüstlüğüyle, çalışkanlığıyla, ahlakıyla örnek olan genç, her inanca sahip toplum bakımından rağbet görür. Toplumları İslami yönden etkilemek için gençler üzerinden hareket etmek, en mantıklı hareket olacaktır.

Hızla gelişen teknoloji dünyasında gençleri etkilemek ise maalesef kolay değil. Geleneksellikten kurtularak modernleşmek isteyen günümüz gençleri için teknoloji büyük bir çığır açmıştır. Bu raddede Müslümanların yoğunlaşması gereken, üzerinde çalışılması gereken yegâne konu teknolojidir. Avuçlarımızdan kayan bu gençleri kurtarmanın yolları günümüz dünyasını iyi tahlil etmekten geçiyor, diyebiliriz. Gününün büyük bir kısmını sosyal medyada, bilgisayar oyunlarıyla geçiren ve bunları yaparken de eğlenen bir genç bireye durmaksızın dininizin emirlerini, farz ibadetleri anlatmanızın bir faydası olmayacaktır. Hatta onun İslam’a bağlanmasından daha çok, nefret beslemesine bile sebep olabilirsiniz. Bunun yerine yapılması gereken gençlerin dertlerinden ve hallerinden anlamak olacaktır.

Gençlerin ilgisini çeken sosyal medya mecralarında her daim bulunmamız, farkındalık yaratmamız, hatta gençlerin en çok oynadığı oyunlarda bile bulunmamız gerekir. Onlara eşlik etmemiz tek yol ve tek çaredir. Yoksa hızla gelişen ve büyük bir kara delik haline gelen, dünyaya uyum sağlayan gençleri    kurtaramayız.

Bulunduğumuz mecralarda örnek birer şahsiyet olmamız, ahlaki duruşumuzdan asla taviz vermememiz gerekiyor ki,  gençlere dinimizi anlatabilelim. Ve bunu öyle titizlikle yapmalıyız ki tabir yerinde ise ‘İslam’ kelimesini bile kullanma ihtiyacı hissetmeden hareket etmeliyiz. Öyle bir davranış tutumu sergilemeliyiz ki, gençler bizim kim olduğumuzu, hangi idealler uğruna yaşadığımızı, neyi hedeflediğimizi merak etmeli ve bize imrenmeli. Meraklı olan günümüz gençlerinde kendimizle alakalı ilgi çekici özellikler yansıttığımızda, bizi araştırma istekleri ve bize benzeme istekleri oluşacaktır. Bizimle yol yürümek isteyeceklerinden dolayı ise, onlara derdimizi, ideallerimizi anlatmak daha kolay olacaktır. Bu davet şekli, saatlerce bilgisayar veyahut telefon başında olan genç bireye zorla dini öğretmekten daha kolay olacaktır. Hem gönülden ilerleyerek başarıya ulaşmak çok daha fazla dikkat çekicidir. Şüphesiz ki böylece gönülden ilerlemek bizi başarıya ulaştıracaktır.

Örnek şahsiyet olan Müslüman genç, bu dünyayı değiştirebilecek tek güçtür. Bu uğurda ‘Dâi’ olan gençler, şüphesiz ‘dâhi’den daha iyi bir konuma gelecektir. Bu gençler ile daha ahlaklı, mazlumların ezilmediği, cömert bir toplum oluşturmak çok daha kolay olacaktır. Gençlerine sahip çıkan, onlara İslami kimlik kazandıran toplumların daha refah içerisinde yaşayacağı bir gerçektir.

Günümüz Türkiye toplumu için gençler, büyük bir önem arz etmektedir. Türk toplumunun gençleri ne yazık ki, popülizmden çok fazla etkilenmektedir. Bunun sebebi ise, İslami hassasiyetlerin gençleri etkileyemiyor oluşundan kaynaklandığı bir gerçektir. Toplumumuzda gençleri etkilemek kolay değil. Lakin imkânsız da değildir.

Türk gençleri arasında son yıllarda büyük bir ivme kazanan ülkeden gitme isteği korkulması gereken acı bir konudur. Bu uğurda bizim gençlerimize sahip çıkmak ve onlarla hareket etmek, onlara ülkelerini sevdirmek temel amaçlarımızdan olmalıdır. Ülkemizdeki yanlışların sadece onların uğraşları ile değişebileceğine gençleri inandırmamız gerekiyor. Onları inandırıp ve bu uğurda çalışmalarına neden olursak eğer, gençlerimiz ülkemize hizmet etmekten haz duyacaklardır. Ülkesine, dinine bağlı olan gençler her zaman mükemmel birer birey haline gelmişlerdir. Her mecra tarafından saygın kişilik olduğunun yanı sıra, aynı zamanda örnek birer şahsiyet haline gelmektedirler. Gençlerimize sahip çıkmalı ve onlarla beraber hareket etmeliyiz.

Gençliği iyiye yönelten insanlığı iyiye yöneltir. G. Wilhelm Leibniz

‘Dâi’ : Davetçi

⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔ ⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔ ⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔⇔

 

Muhammed SEYFÜDDİN

İNANCIN BİYOLOJİSİ

İnancın Biyolojisi ‘yeni-bilim’i temsil eden kitaplardan biridir ve yeni nesil araştırmacıların bu disiplinde farklı görüşleri bulunmaktadır.” Canlılık ve ruhu aynı şeyler olarak değerlendirmek gerekir” diyen bilim insanlarının, takdir edilen birçok çalışması bulunmaktadır. Konuyu bütünüyle ele alan bu araştırmalar nitelik açısından ayrı bir önem taşımaktadırlar. (Mütercimin Notu)

Sadece mikroskobik gözleme dayalı bulgular etrafında dönen yaklaşımları temel alan araştırmacıların laboratuvar çalışmaları ise tatmin edici olmaktan uzaktır. (Mütercimin Notu)

Bu çalışmada, konunun ruh ünlü hücre biyologu ve genetik bilimci Profesör Dr. Bruce H. Lipton, alanında devrim sayılabilecek çalışmalarında, uluslararası bir üne sahip. Yazar, hücre biyolojisi ile Kuantum Fiziği sentezlediği bu kitabında basit bir dil kullanarak gündelik yaşamdan örneklerle bu süreci anlatıyor.
 

Dr. Bruce Lipton, bu kitabı biyolojideki birçok insanın hala farkında olmadığı son bulguları yaymak için yazdı. 20. yüzyılda fizik alanında çok şeyin değiştiğine dikkat çekiyor. Einstein'ın keşifleri sonucunda Newton fiziğinden görelilik ve kuantum fiziği teorilerine doğru kolektif geçişi gerçekleştirdik. Ancak, bu geçiş henüz biyolojide gerçekleşmedi. Örneğin çoğu insan, genlerin gelişimimizde belirleyici faktör olduğuna veya zihinlerimizin bir şekilde bedenden bağımsız olduğuna inanır.

H. Lipton, bu ve diğer köklü kavramlara meydan okuyor. Hücresel biyolog olarak kendi çalışmaları da dâhil olmak üzere, en yeni bulguların klasik bilgilere ters düştüğünün sinyallerini verir. Bu kitapla sadece insan biyolojisi üzerine değil, yaşamın doğasına ilişkin anlayışımıza da yepyeni bir bakış açısı sunuyor.

İşte biyoloji hakkındaki düşüncelerimi derinden etkileyen 3 ders:

  1. Evrim fikri Darwin'den gelmiyor.
  2. Genler biyolojik gelişimimizi belirlemede kilit rol oynamaz.
  3. Ailen, seni hamile kalma anından itibaren etkiliyor.

Charles Darwin, evrim teorisini ortaya atan ilk kişi değildi.

Darwin her ne kadar "doğal seleksiyonun babası" olarak adlandırılsa da, Lipton, evrim teorisinin yazarını yanlış anladıklarını iddia ediyor. Aynı zamanda Darwin'in çalışmalarına dayanan ortak ata anlayışının da en yeni bulgulara göre doğru olmadığını söylüyor. Darwin’e göre Fransız biyolog Jean-Baptiste Lamarck’ın, evrim teorisiyle gerçeğe çok daha yaklaştığını iddia ediyor.

Lamarck  ve Darwin'in teorileri arasında iki temel fark  ve her ikisinin de, doğal seleksiyon hakkındaki düşüncelerimiz için oldukça ciddi sonuçları vardır:

İlki: Lamarck, canlıların türler arasındaki işbirliğini evrimsel süreçlerin merkezi olarak kabul etti. Bu, Darwinci "en güçlünün hayatta kalması" ve "türler arası rekabet" fikrinin aksini savunurken;  H. Lipton ise, modern bilimin Darwin'in hipotezinden ziyade Lamarck'ın görüşünü doğruladığını savunuyor.

İkinci önemli fark, türlerin çevrelerine uyum sağlamalarının bağlıdır. Darwin'e göre uyum süreci, büyük ölçüde rastgeleydi. Çeşitli genetik mutasyonlar ortaya çıktıkça, hayatta kalma şansı en çok olanlar yaşamlarına devam etti ve nesiller boyunca genetik bilgiyi aktardı.

Lamarck, bu süreci farklı değerlendirdi. Ona göre türler, çevrelerindekilerle etkileşime girerek çevrelerine uymayı öğrenirler. Bu, H. Lipton'ın yaşam boyu hücreler üzerinde yaptığı çalışmanın doğruladığı bir tür yerleşik "zeka" anlamına gelir.

Genler hayatımızı çevremizin belirlediği ölçüde belirlemez.

Genlerimizin yaşamlarımızı öncelikli olarak belirlediği fikri 20. yüzyılda geniş çapta kabul gördü. Sonuç olarak, insanlar sağlıklarının, psikolojilerinin ve hastalığa yatkınlıklarının çoğunun, biyolojilerine ve dolayısıyla kontrol edilemez bir şekilde bağlandığına inanmaya başladılar.

Giriş bölümünde Lipton, kendisini de böyle bir düşüncenin kurbanı olarak tanımlıyor.  Hayatının çoğunda hissettiği sefaletin, sadece genetik bilgilerinden kaynaklandığını düşündü.

Karayipler'de çalışırken yaşadığı aydınlanma anına kadar insan biyolojisine ilişkin bu deterministik görüşün, yanlış olduğunu fark edemedi. Şirin bir akşamda, notlarını bir kez daha gözden geçiriyordu ve sonunda her şey bir araya geldi. Kendi sözleriyle:

"Aniden bir hücrenin yaşamının, genlerinin sadece küçük bir katkısıyla fiziksel ve enerjik ortam tarafından temelden kontrol altında olduğunu fark ettim. Genler sadece hücrelerin, dokuların ve organların yapımında kullanılan moleküler planlardır. Çevre, bu genetik planları okuyan ve devreye sokan ve sonuçta bir hücrenin hayatının karakterinden sorumlu olan "yüklenici" olarak hizmet eder."

Bu aydınlanma, hem H. Lipton hem de modern biyoloji için dönüştürücü bir andı. Genlerin “kim olduğumuz”un sadece küçük bir kısmını belirlediği ve kendi kaderimizi daha önce hayal bile edilemeyecek ölçüde şekillendirebileceğimiz fikrini ortaya attı.

Aleninizin sizi etkilemesi ana karnında başlamıştır.

Lipton'un keşfettiği mantıksal sonuç, çevremizin bizi hayatımızın ilk aşamalarından itibaren şekillendirdiğiydi. Bu, gebe kalma anından itibaren her insanın veya herhangi bir organizmanın ebeveynlerinden büyük ölçüde etkilendiği anlamına gelir. Bu görüş, literatürde “anasal etki” olarak bilinir. Yavru hücrenin oluşumundan gelişimine kadar olan süreçte, kendi biyosisteminin, ana hücreye bağlı olmasından dolayı fiziksel karakterlerinin benzeşeceğini, karakter aktarımının olabileceğini ifade eder.

Çocukken, hayatımızın geri kalanında ebeveynlerimizin üzerimizdeki etkilerini görmek kolaydır. Örneğin, çoğu insan, bir çocuğun sürekli olarak "aptal" veya "zayıf" olduğunu duyarsa, bunun sonraki yıllarda kendi imajını etkileme olasılığının yüksek olduğunu anlar.

Ama H. Lipton'un araştırmasına göre, ana karnında iken başımıza gelenler son derece önemli. Tüm hücreler çevrelerine yanıt verdiğinden, doğum öncesi yaşamda olan her şey onları etkiler ve "programlar".

Bu yüzden annenin diyeti, çevresi ve hamileyken yaşadığı duygular çok önemlidir. Fetüsün hücreleri tüm bunları algılar ve şu veya bu şekilde "programlar".

Ancak iyi haber şu ki, yaşamın ilerleyen zamanlarında en erken yüklenen programları bile yeniden ilişkilendirilebilir. Bu, muhtemelen Lipton tarafından önerilen biyolojiye yeni yaklaşımın en iyimser sonucudur.

♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦

♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ 

 

BOBURMIRZO LUTFULLAEV

"TÜRKİSTAN KAYGISI" İsimli Kitabın Tahlili…

Bu kitap, büyük alim Alihan Töre SÂGÛNÎ tarafından kaleme alınmış olan nadir bir kitaptır. Yazar "Türkistan Kaygısı" (1966-1973) adlı bu kitabında Türkistan halklarının istilacılara nasıl tabi oldukları ve dinlerini, vatanlarını, milleti nasıl korumak gerektiği, bağımsızlığı elde etmek için neler yapmak icab ettiği hakkında, o zamanın “Sovyetler Birliği” sistemi devrindeki siyasi şahsiyet vasfıyla, derin siyasi mantık esaslarını beyan eder.

Bununla birlikte bu kitapta, Orta Asya milletlerinin en kadim devirlerinden 20. yüzyılın sonuna kadar kurdukları devletler ile Emir Timur ve türkî halkların tarihi hakkında paha biçilemez bilgiler mevcut.

Kitabı anlamak için öncelikle yazarın şahsiyetini tanımak lazımdır. Onun, gençliğinden itibaren hem dini hem modern ilimleri öğrenip, Rus işgal güçlerinin Türkistan'ı istila etmesini kendi gözleriyle görerek büyümesi, 1931-1946 yıllarında Doğu Türkistan'da meydana gelen bağımsızlık hareketlerinin önderi olarak, o zamanki Sovyet Rusya'sının sinsi planlarını ve dünya siyasetini anlayan parmakla sayılır insanlardan biri olması, bizim bu kitaba olan güvenimizi arttırır.

Burada yine bir hususu dile getirmek gerek ki, yazarın kitapta kullandığı "Türkistan" kelimesi şimdiki gibi Uygur halkının yaşadığı "Doğu Türkistan" mıntıkası ile aynı anlamı taşımaz. Çünkü bu kavram, 16. yüzyıldan 1923. yıla kadar kullanılmış, 1923.yılında çıkartılan "Orta Asya Devletlerinin Sınırlarını Belirleme" kanunuyla ise, Türkistan beş devlete bölünmüştür.

Kitabın "Türkistan Kaygısı" diye adlandırılmasının sebebi ise, SÂGÛNÎ’nin kaleminin dilinden damlayan dertli sözlerini, gözyaşlarına katıp bu kitabın sayfalarına döktürdüğü için eserin böyle isimlendirilmesi uygun görülmüştür.

KİTABIN YAZILIŞ SEBEBİ:

Alihan Töre SÂGÛNÎ gençlik yıllarını “Halkım için ne gibi bir iyilik yapabilirim?” diye dertlenerek geçirdi. İhtiyarlık vaktine geldiğinde ise, kendi vatanlarında garip olan halkını görüp; onların çektikleri bunca zulme rağmen geçmişteki tarihlerini unutup; elinde asası olmayan bir kör gibi nereye gideceklerini bilmeyerek, düşmanın ardından gitmemeleri için, bir kitap yazmanın gerekli olduğu kanaatine varmıştı.

1840’lı yıllardan sonra Rusya Orta Asya'yı istila etmeye başladı. Burada üç tane Hanlık vardı: Buhara Emirliği, Hokand ve Hive hanlıkları.

Yazar, kitabında bir zamanlar bütün dünyayı mızrağının ucunda oynatan Türk yiğitlerinin, daha sonra kartaldan kaçan tilki gibi olduklarını ifade ettikten sonra, “Önceleri neden öyleydik, sonra niye böyle olduk?” diyerek konunun arka planını araştırmaya koyuldu.  

Bunun en önemli sebebi olarak ise, dinini esaslarıyla anlamayan bilim ve medeniyet düşmanlarının iktidara gelmesi hususunu sürekli gündeme getirdi.  Bunlar, halkı ilim nurundan mahrum, modern ilimlerden uzak tuttular. Yabancı devletlerle ilişkiler kurmadılar, bilim işlerine önem vermediler. Yeterli maddi zenginlik olmasına rağmen, vatanı müdafaa işlerine önem verilmedi. Askeri nizam eski ve modern silahlar yoktu. Allahu Teâlâ Kur’an'da "Onlara karşı elinizden geldiği kadar güç ve savaş atları hazırlayın"(8/60) demez mi? Peki, hani onların Kur’an hükmüne uydukları? 

İşin en ilginç tarafı şu ki: Uygurlar kan ve din kardeşleri olan Özbeklerin başına gelen belalardan, cahillikleri sebebiyle ibret almadılar ve bu zulme seyirci kalmaya devam ettiler.

Yazar, Doğu Türkistan’da kaldığı süre içinde gelecek için kederlenen bir tane bile kişi görmediğini yazar. Afganistan Emirliği ise, Sovyetler ile ilişkilerini iyi tuttular ve Türkistan halklarını ölüme terk ettiler. Belki de günümüzde bu iki devlette cereyan eden zulüm ve savaşlar, bu cehaletin ve zalimle işbirlikçiliğinin sonucu olabilir.

Sovyet Rusya'sı 1917. yılında kuruluşundan sonra Türkistan'ı kıyamete kadar ellerinde tutup, bütün halkını ve yer üstü-yer altı zenginliklerini en son zerresine kadar sömürmeyi planladıklarından, aşağıda sıralanan sinsi ve tedrici planlarını uygulamaya başladılar:

  1. 1921. Yılında, bu planın bir yansıması olarak Lenin'in dilinden şu sözler yazılmıştı: "Eğer Orta Asya Müslümanları “Kendi hayatımız için Kur’an'ın hükmü yeterlidir, biz Kur’an önderliğinde yaşamayı istiyoruz” deseler; biz bunu elbette, kabul etmemiz gerek." Onun bu sözlerine safdil Türkistanlıların çoğu inandı ve bununla birlikte halkı bir süre oyalamaya fırsat buldular.

Böyle sahte beyanlarla Sovyetler, Türkistanlıları birleştirecek her şeyi tedrici şekilde ellerinden alma planları yaptılar.

  1. 1923.yılında çıkarılan "Orta Asya Devletlerinin Sınırlarını Belirleme" kanunuyla birlikte Türkistan beş devlete bölündü: Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, Kırgızistan (‘Tacikistan’ devleti bundan bir kaç yıl sonra çıkarılan kanunla, Özbekistan'ın içinden çıkmıştır). Bu kanunun hedefi, Türkistan halklarının bundan sonra uğrunda öleceği, birleştirici bir vatanlarının ellerinden alınması suretiyle, onları küçük ve zayıf parçalara bölerek yönetmekti.
  2. Kağıt üstünde başkaları için "Özbekistan’’, "Falanistan" diye adlar verildi.            

Hükümet de, Moskova’daki idare tarafından görevlendirilen vatan haini işbirlikçiler eliyle yönetildi.

  1. Bütün devletlerde, bir tane bile aklı başında, alim insan bırakmamak için tüm güçleriyle çalıştılar. Bu durum öyle hale geldi ki, her gece binlerce insanlar, uyku vaktinde ölüme götürüldü ve evlerindeki kitapları, geriye bir tane bile bırakmayacak şekilde yaktılar.
  2. Bütün dini işleri, şeriat hükümlerini sildiler. Okullar, medreseler ve camilerden yıkılmayanlarını oyungâh, kıraathane gibi kendilerine gerekli yerlere dönüştürdüler.  
  3. Çoğunlukla Kırgız’lar, Kazak’lar gibi dağ ve kırsal bölgelerden gelen, dini itikatları zayıf, geniş kırlarda büyüdüğünden hapishane eziyetlerine dayanıklılığı olmayan insanlardan kendilerine casuslar yaptılar. Sadece şehir, köy ve mahallede değil, belki her bir ailede casusluk belası başladı.

     O devirde de, bu devirde olduğu gibi "Diyanet ile gelişme birlikte olamaz"

     diye doğru olmayan fikirler, ziyalılar arasında değil, cahiller arasında yayılmıştır.       

 Aslında ise, din safiyettir. Herhangi bir devlet insanları için şu beş şeyi sağlarsa, bu medeniyete "Medeniyet-i İslamiyye" veya Farabi’nin deyimiyle "Fazile" denilir. Bunlar: Kişinin hayatı, dini, malı, ailesi, vatanı maddeleridir.  

Bütün alemlere rahmet olarak gönderilen Muhammed (as)’i önder gören, ‘Allah Rabbimdir’ diyen bir ümmetin bu gibi zillete düşmesi, Kur’an hükmüne göre mümkün değildir. Açıktır ki ümmet-i Muhammed, Allah'ın müminlere emrettiği aşağıda serdedilen hükümleri kâle almadıkları için bu duruma düştüler:     

1. İttifak içerisinde bulunmak.

2. Modern ilimleri öğrenip her işin sebeplerini imkan çerçevesinde oluşturmak.

3. Düşman karşısında ölümden korkmamak.

Her zaman bir milletin kendi hukukunu müdafaa şerefi, onun silah gücüne bağlıdır. Bunun için müdafaa gücüne sahip olmayan milletler, en temel insanî haklarından alıkonulurlar.

Savaş kurallarına göre askerlerin sayısı, askeri donanım ve askeri nizamın,  düşmanınkinden daha kötü ve sayıca daha az olmaması, Allah'ın yerdeki kanunudur. Bu hedefi elde etmek için modern ilimleri mükemmel derecede öğrenmemiz, tarihi geleneklerimizden ayrılmayarak dini ruhumuz ve milli hislerimizi kaybetmememiz gerektiğini Alihan Töre SÂGÛNÎ eserin birçok yerinde vurgulamıştır.

Eserin ilerleyen sayfalarından anlıyoruz ki; insanoğlunun yaratılışından beri, hiç bir millet ve halk Türkistan halkının çektiği eziyetleri ve zulmü ne görmüş ve ne duymuştur. Yazar da bu kitabı boş bir destan veya hikaye anlatmak için yazmamıştır. O, belki de bu Vatan evlatlarının, tarihin olumsuz tekerrür etmemesi için malları ve canlarıyla her cephede ileri olmaları, yine önceden olduğu gibi, bu Türkistan yurdunun dinin kubbesi, modern ilimlerin merkezi olmasını istemişti.

Zaten, aklı başında olan kişilerin bu akli ve nakli delilleri okuduktan sonra, kendilerinde vatan ve din aşkıyla tutuşan bir alev oluşmamışsa, kendini bir Türkistan evladı saymamaları daha hayırlıdır.

 

♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦

♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ 

 

“YETER Kİ, ÜRET!” PROJESİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER…

 

Mehmet KİLÜKEN

Öğrenci

2022 yılı Ekim ayı başında Fütüvvet Vakfı’nın internet sayfasında yayınlanan “Yeter ki, Üret!” serlevhalı burs duyurusuna baktığımda dikkatimi çeken ve çok hoşuma giden bir ifade ile karşılaştım. Bu ifadeyi ayniyle burada paylaşmak istiyorum: “Bu proje kapsamında verilecek burslar karşılıksız olmakla birlikte, -eğitime destek adıyla da olsa- yetişkin bir gencin gönlünün incinmemesi için, ürettiği bir değer karşılığında hak ediyor olması daha uygundur.” Şeklinde…

Günümüzde insanı tembelleştiren ve kolay kazanmaya, dolaylı olarak ta harama sevk eden bir sistem mevcut. Maalesef genç kuşaklar arasında da bu sistemin tezahürlerini bahis, kripto paralar ve sosyal medyada para uğruna tüm değerlerden vazgeçme şeklinde görebiliyoruz. Bu kötü alışkanlıklar bilhassa ailelerinden uzak merkezlerde okuyan öğrenciler arasında hızla yaygınlaşıyor. Çünkü tüketim toplumunun bireyleri, hiçbir değer üretmeden her şeyi tüketme hastalığı sebebiyle hemen hemen gördükleri ve istedikleri her şeyi alma peşinde koşuyorlar.

İşte, tam bu noktada yukarıda alıntıladığım ifadenin değeri ortaya çıkıyor. Çünkü bu ifade gençleri, öğrencileri üretmeye teşvik ederek mevcut kapitalist düzenin aksine bir anlayış ortaya koyuyor. Gençlerin burs karşılığında sadece düşünmelerini ve düşüncelerini yazmalarını talep ediyor. Böylece gençler, ürettikleri bir değer  karşılığında aldıkları ödülü hak ettiklerini düşünerek daha iyi hissederler, kendilerini. Fütüvvet Vakfı’nın bu anlayışla hareket etmesi, gençlerin gönüllerinin incinmesinin engellenmesi açısından son derece değerli. Nitekim diğer burs kaynakları gibi, bir minnet söz konusu değil. Tabi ki burada diğer kurum ve vakıfların gençlere maddi açıdan yaptığı katkıları küçümsemiyoruz ya da önemsizleştirmiyoruz. Bilakis her birinin, hayatlarına müsbet anlamda dokunduğu binlerce öğrenci vardır, mutlaka.

Ancak her şeye rağmen gençlerden bir şey talep etmeden bu destekleri sunmaları, onları gençlerin gözünde farklı bir konuma getirir. Yani kurum ve vakıflar ‘veren el’, gençler de ‘alan el’ olur ki; “Veren el, alan elden hep üstündür.” “Yeter ki, Üret!” burslarında da elbette bir veren el, alan el ilişkisi mevcuttur. Ancak bu ilişki burada iki yönlüdür. Çünkü Fütüvvet Vakfı bursu verirken aynı zamanda gençlerden hazırladıkları veya seçtikleri çalışmalarını almaktadır ki, gençler de eserlerini verirken veren el, bursu alırken alan el konumunda olurlar. Böylelikle gençlerin vakfa karşı bir mahcubiyet içerisine girmeleri engellenmiş olur.

Yeter ki Üret”  projesi gençlere bu şekilde maddi destek olmanın yanında çok daha büyük faydalar sağlamaktadır.

Birincisi: Girişte zikrettiğimiz üzere sadece tüketim üzerine kurgulanan sistemde   gençleri üretmeye  teşvik ederek tembellikten kurtulmalarını ve kendi emekleriyle bir şeyler hak etmelerini sağlar.

İkincisi: Gençleri düşünmeye sevk ederek üretici yönlerinin farkına varmalarını ve bu farkındalıkla kendilerine dayatılan insan ürünü rastgele sistemlere uymamaya davet eder.

Üçüncüsü de: Gençlerin içinde yaşadıkları topluma yabancılaşmasına engel olarak toplumun problemleri üzerinde kafa yormalarını ve bu problemlere çözüm önerileri sunmalarına yardımcı olur. Doğrusu bu üç faydanın her birinin asgari derecede de olsa gençlerde bir araya gelmesi onlar açısından, verilen burstan çok daha önemlidir. Nitekim burs, elbette bir şekilde harcanıp gidecek ancak düşünme ve yazmadan elde edilen müktesebatları onlara hayatları boyunca eşlik edecek ve onların her zaman akranları arasında bir adım önde olmalarını sağlayacaktır.

Günümüzde sosyal medya, kötü arkadaş çevreleri, toplum baskısı gibi çeşitli problemlerle etrafı sarılan gençlerin okumaya, düşünmeye, yazmaya ve üretmeye olan ihtiyaçları çok daha fazladır. Aksi takdirde etraflarını kuşatan bu tehlikeleri fark etmeyecek ve bu kötü düzene kurban gidecekler. İşte bu noktada gençleri okumaya, okuduklarını düşünmeye, düşündüklerini yazmaya, böylece kendi benliklerinin farkına varmaya ve bu farkındalıkla içinde yaşadıkları topluma faydalı bireyler olmaya davet eden ve bu davete icabeti ödüllendiren Vakfımızın “Yeter ki Üret” projesi, gerçekten takdir edilecek bir projedir.

 

♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦

♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ ♦ 

 

FÜTÜVVET KAVRAMININ KURUMSALLAŞMA SÜRECİ...

MURAT CANÖRDEK

 

Vakfın internet sayfasında yarışma duyurusunu görünce, yazacağım konuyu “Fütüvvet”le ilgili olarak seçmek istedim. Çünki bu kelimeyi daha önce bir çok kez duymuştum ama hiç anlamını merak edip araştırmamıştım. Sizin vakfınız vesilesiyle bu konuda detaylı bir araştırma yaparak, fütüvvetin ne olduğunu öğrenip, en iyi şekilde aktarmaya çalışacağım.

Öncelikle fütüvvet’in kelime kökeninin Arapçaya dayandığını belirtmeliyim. Fütüvvet kelimesini TDK ‘ de araştırınca da, kelime anlamının “Dinî ve mesleki birlik, esnaf teşkilatı.”olarak geçtiği görülecektir. Geniş bir çerçeveden anlamına bakıldığında ise; alçakgönüllülük, yiğitlik, eli açıklık, başkalarını sevmek, dünya malına önem vermemek, hoşgörü vb. gibi ahlaki temellere dayanan, Anadolu’da XIII. yüzyıldan sonra ortaya çıkan, kısa bir süre içinde birçok İslam ülkesinde de benimsenip yayılan, zanaatçı ve esnaf birliklerine verilen bir isim olduğu kolayca fark edilecektir.

Tasavvuf kaynaklarında Fütüvvet’in 8.yy dan itibaren sûfîler tarafından tasavvufi olarak kullanıldığı Söylenir. Kelimenin kökenine inecek olursak “fetâ” kelimesinden geldiği açıkça ortadadır. Feta:  İlkeli Genç, yiğit, cömert anlamına gelir. Ali Sâmî en-Neşşâr, fütüvvetten ilk bahseden sûfînin Fudayl b. İyâz (ö. 187/803) olduğunu ve kelimeyi “dostların kusuruna bakmama” şeklinde tarif ettiğini belirtirse de (Neş?etü’l-fikri’l-felsefî fi’l-İslâm, III, 403) ondan önce Ca‘fer es-Sâdık’ın (ö. 148/765), “Bize göre fütüvvet ele geçen bir şeyi tercihen başkalarının istifadesine sunmak, ele geçmeyen bir şey için de şükretmektir” dediği bilinmektedir (Kuşeyrî, s. 478).

Nitekim İbn Kayyim el-Cevziyye de fütüvvetten ilk defa Ca‘fer es-Sâdık’ın bahsettiğini söyler (Medâricü’s-sâlikîn, II, 354). Göründüğü gibi ilk olarak ne zaman kullanılmaya başlandığı hakkında çeşitli rivayetler olmakla birlikte, fütüvvetin farklı anlamlarda kullanıldığını da görmekteyiz.

Fütüvvet aynı zamanda Kur’an’da fetâ (fitye, feteyât) diye nitelendirilen kişiler için bu sıfat dinî bir içerik taşıması yanında, takdir edilen bir anlam ifade ediyor, put kıran veya gördükleri baskıya rağmen inançlarını koruyan ve bu uğurda ülkelerini terkeden kişilerden fetâ diye söz edilmesi bu nitelemeye bir çekicilik kazandırıyordu. Bundan dolayı halk arasında takdir edilen bir vasıf olan yiğitliği Kur’an’daki fetâ ifadesiyle irtibatlandıran sûfîler bu kavramı bir tasavvuf terimi haline getirmede tereddüt göstermediler.

Fütüvvet konusunun üzerinde başlangıçta gerek Iraklı sûfîler gerekse Horasanlı Melâmetîler tarafından aynı derecede önemle durulmuş, ancak bu hareketin büyük önderleri daha çok Horasan’da yetişmiştir. Fütüvvetin cahiliye devrinde  arap toplumundaki fetâ tipinden İslami dönemde krumsallaşmış bir teşkilata dönüşmesini daha anlaşılır ve detaylı olabileceğini düşünerek dört kısma ayırdım:

A.) Câhiliye fetâsıyla bağlantılı bir şekilde, İslâm’ın ilk yüzyılında belirmeye başlayan “sosyal bir kavram olarak fütüvvet”. İslâm öncesi Arap toplumunda fetâ: Şecâat, iffet, cömertlik, hayata ve olaylara bakışta ilkelilik ve diğergâmlık gibi başlıca üstün vasıfları bir arada mütalaa eden eski asalet ve fazilet telakkisini temsil ediyordu. Ancak bu, toplumda mevcut bir kurumlaşmayı değil münferit bir kişiliği yansıtıyordu. Nitekim İslâm öncesi devirde fityân ve fitye, hatta bizzat fütüvvet kelimesine rastlanmamış olması, böyle bir kurumlaşmanın İslâm öncesi Arap toplumunda bulunmadığını ortaya koymaktadır. Araştırmacılar, konuyla ilgili eski Arap şiirindeki malzemenin incelenmesi sonucunda, fütüvvet kurumunun Câhiliye dönemindeki fetâ kavramıyla anlam olarak bağlantısını kabul etmekle birlikte organik olarak onun gelişmiş bir devamı sayılamayacağı konusunda hemen hemen görüş birliğine varmışlardır.

B.) X. yüzyılda sosyal bir yapılanma halinde gençler arası içtimaî, iktisadî ve siyasî bir kurumlaşmaya dönüşen, son Abbâsî döneminde de (XII. yüzyıl başları) resmî bir devlet kurumu haline getirilen “teşkilât olarak fütüvvet”… Fütüvvet kavramının iffetli, cesur ve cömert gibi vazgeçilmez niteliklerini toplayan, fakat merkezî iktidarın zayıfladığı zamanlarda toplum düzenine ve siyasî otoriteye karşı çıkan genç ve bekâr erkeklerden oluşan bir sosyal kesimi belirleyen hüviyetle tarih sahnesine çıkışı Abbâsîler döneminde olmuştur. Dönemin kronikleri bunları “fityân”, bazan da yönetim çevrelerinin ve halkın adlandırdığı biçimde “ayyâr”, “rind” veya “şâtır” isimleriyle anmakta, yaptıklarını anlatırken kullandıkları ifadeler, onların toplum içinde dışlanan, biraz kenarda kalan bir kesim olduklarını göstermektedir.

Burada dikkat edilmesi gereken nokta, bu gruplar arasındaki fütüvvet telakkisinin henüz sûfî nitelikler taşımadığıdır. Bir süre sonra bu grupların sûfîlikle tanışması ve sûfîliğin kurumsallaşmaya başlaması ile Abbâsî Halifesi Nâsır-Lidînillâh, fütüvvet müessesesini kendine bağlamak suretiyle, bu kavramın kurumsallaşmasına neden olmuştur.

C.) IX. yüzyılda, artık ferdî yaşayış biçiminden sıyrılıp kurumlaşmaya başlayan tasavvuf hareketine paralel olarak sûfîlikle iç içe geçen “tasavvufî fütüvvet”… Kur’an’da  “İlkeli gençlik” anlamında fütüvvet kökenli kelimeler geçmesi ve sufilerin de buna ağırlık vermesi sonucunda oluşmuştur.

D.) Esnaf tabakasıyla bütünleşerek yine bir sûfî kurum hüviyetini geniş ölçüde koruyan, meslekî teşekkül niteliğindeki “Ahîlik fütüvveti”… Türk tarihçileri arasında Ahîlik konusunda farklı görüşler ileri sürülmüştür.

M. Fuad Köprülü ve Abdülbaki Gölpınarlı ile Franz Taeschner’in, ‘Ahîliği’ fütüvvet teşkilâtının Anadolu’da aldığı değişik bir biçim olarak yorumlamalarına rağmen daha sonraki bazı tarihçiler, milliyetçilik duygularının etkisiyle bunun tam aksi bir görüşle hareket ederek bu kurumun fütüvvet kurumuyla hiçbir ilgisi bulunmadığını; Ahîliğin Anadolu’da Türkler’in ortaya koyduğu özgün bir kurum olduğunu ısrarla savunmuşlardır. Bu konuda çok sayıda zıt görüşler ve sorular oluşmuştur. Bu soruların en önemlisi, Ahîliğin neden daha önce değil de fütüvvet teşkilâtının doğuşunun ardından ortaya çıktığıdır. Bir diğer soru ise, Anadolu  Ahîliğinin kurucusu olduğu iddia edilen Ahî Evran da dahil, Anadolu’da mevcudiyetleri tarihen tesbit edilebilen en eski ahîlerin XIII. yüzyıldan daha eski olmadıkları bilindiğine göre, İran’da XI. yüzyılda yaşayan -meselâ Ahî Ferec Zencânî gibi- ahîlerin nasıl açıklanacağı sorusudur.

Bu tezlerin dayanak noktalarından biri “ahî” adının bizzat kendisidir. Bu kelimenin Anadolu’nun dışında başka yerlerdeki fütüvvet çevrelerinde görülmediği ve sanıldığı gibi Arapça “kardeşim” mânasına gelen ahî kelimesiyle değil Dîvânü lug?ti’t-Türk’te geçen “cömert, eli açık” anlamındaki Türkçe ‘akı’ kelimesiyle ilgili olduğu ileri sürülmektedir.  Bu sebeple Ahîliğin fütüvvet kurumuyla bir ilişkisi bulunmadığını iddia eden araştırmacıların yukarıdaki soruları cevaplandırmaları oldukça zordur. Ahiliğin Dîvânü lug?ti’t-Türk’te geçen anlamına bakarsak, ‘akı’  ile yakın anlama geldiğini de görüyoruz. Bundan dolayı ahiliğin fütüvvet’ten geldiğini bile düşünebiliriz. Bu konunun net delillerinin olmaması, bir çok insanı görüş ayrılığına düşürmüştür. Olayın aslına gelecek olursak fütüvvetin insanların hayatına çok fazla olumlu katkısı olduğunu anlayabiliyoruz. Dolayısıyla bundan sonra da bizlerin bu kavramı gelecek nesillere aktarmamız gerek.

DİPNOT: Bir ‘teşekkür’ yazmadan konuyu bitirmek istemedim. Bu metni yazmama vesile olan fütüvvet Vakfı’na teşekkürlerimi iletiyorum. Çok fazla şey öğrendim, bu konu hakkında ve bir şeyler üretmek bana çok iyi geldi.