Eskilerin, “Hazine-i Evrak” dedikleri arşiv belgeleri her milletin geçmişinde büyük bir rol oynamıştır. Tarihin en eski milletleri olan Babilliler, Asurlular, kadim Mısırlılar, ayrıca Roma ve Bizans da arşiv vesikalarına büyük bir önem veriyorlardı. Eski Türk hükümdarlarının da gerek İslam’dan önce, gerekse daha sonraki devirlerde evrak hazineleri bulunuyordu. Oğuz hükümdarlarının saraylarındaki hazineler ise, “tarihi eşya, mücevherat hazinesi” ve “defterhane hazinesi” olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Aynı kuruluşlar Selçuklularda ve Anadolu beyliklerinde de görülüyordu.
Osmanlı saraylarında rastladığımız Hazine-i Hümayun ile Defterhane Hazinesi, padişahın mutlak vekili olan vezir-i âzamın mührüyle mühürleniyordu. Türk tarihinde Defterhane defterleri bağımsızlığın önemli sembollerinden biri olarak kabul ediliyor, hatta bunlara mübarek ve mukaddes eşya gözüyle bakılıyordu.
Fatih Sultan Mehmed de Topkapı Sarayı’nda bir Hazine-i Hümayun yaptırmıştı. İşte bu hazinelerde fethedilen ülkelerin vakıf defterleri ve diğer bir takım kıymetli evrak muhafaza ediliyordu. Bunların en eskilerine “Defter-i Atik”, sonrakilere “Defter-i Cedid”, daha eskilerine ise “Defter-i Köhne” deniliyordu. Bu defterler günümüzün istatistikçilerine parmak ısırttıracak kadar muntazam ve mükemmel düzenleniyor, âzami titizlikle korunuyordu.
Daha sonraki yıllarda Sultanahmet’te bulunan ve Bizans’tan devralınan Defterhane, Babıhümayun odaları, Kubbealtı Mahzenleri, Babımeşihat ve medrese odaları gibi mekânlarda muhafaza edilen arşiv belgeleri -ne yazık ki- gerekli ilgiyi göremedi. Günden güne çoğalan evrak sayısı da -itiraf etmek gerekirse- koruma işini biraz olsun zorlaştırdı. Vak’anüvis Lütfi Efendi, meşhur tarihinde bu ilgisizliği şu cümlelerle dile getiriyor:
“Dairelerde biriken evrak -ister padişahlara ait yazılar olsun, isterse devletleri ilgilendiren yazışmalardan ibaret bulunsun- üzerleri açık ve parçalar halinde mahzenlere atılıyor, karmakarışık halde birbirinin üzerine yığılıyordu. Bunları korumakla görevli herhangi bir kâtip veya müdür de bulunmuyordu. Her şey o kadar bir başıboş durumdaydı ki, beş kuruş vereceğiniz bir hamalın, istediğiniz bütün malzemeyi güpegündüz alıp götürmesi işten bile değildi. Yalnız Divan Kalemi’ndeki defterler ve evrak koruma altında tutuluyordu. Onların dışındaki bütün belgeler işte böyle hazin, hatta dehşet verici bir manzarayla karşı karşıya bulunuyordu. Ayrıca mahzenlerin tavanı zamanla erimiş, evrakın yüzde ellisi rutubetten mahvolmuştu (Tarih-i Lütfi, cilt 8. S.120)”.
Lütfi Efendi’nin verdiği bilgilerden bu derece ihmal edildiği anlaşılan Osmanlı vesikalarının, daha sonraki yıllarda şunun bunun eline geçtiği ve bazılarının terekesinden çıktığı anlaşılıyor. Aynı tarihçiden öğrendiğimize göre, o zamanlar böyle değerli belgelere “evrak-ı matruta” yani atılmış, uzaklaştırılmış, değersiz hale getirilmiş evrak deniliyordu.
Tanzimat’tan sonra Mustafa Reşid Paşa, arşiv konusuyla ciddi anlamda ilgilendi. Alay Köşkü’ndeki Hazine-i Evrak’ı Avrupa’daki benzerleri gibi modern yöntemlerle tanzim ettirdi.
Arşiv belgelerine yönelik imha hareketlerinden biri de Sultan II. Abdülhamid Han’ın tahtından indirilmesinden sonra kendini gösterdi. Yine son vak’anüvis Abdurrahman Şeref Efendi’ye göre Yıldız Sarayı’ndan alınan 300 sandık tutarındaki tarihi evrak Bayezid Meydanı’nda yakıldı. Çünkü gelen ağam, giden paşam felsefesini kendilerine düstur edinen ve yeni rejime dört elle sarılan herif-i nâşerifler bir zamanlar devrin padişahına verdikleri jurnallerin, dolayısıyla foyalarının ortaya çıkacağından fena halde korkuyorlardı.
Geçmiş zamanı “mazi” eleğiyle elerken tarihi değerlerimize ve kültürel varlıklarımıza duyulan ilginin giderek azaldığını, hatta bu alakasızlığın ihanete dönüştüğünü görüyoruz. Bu gafletin ve ihanetin çirkin yüzünü teşhir etmek için bir iki örnek vermeye çalışalım. Arşiv belgelerini okuma uzmanı merhum İbrahim Hakkı Konyalı, sahibi olduğu “Tarih Hazinesi” dergisinin Ocak 1951 tarihli sayısında neşrettiği bir yazıda şöyle diyor:
“Bir ara Ayasofya’nın üst katında bulunan bazı tarihi evrakın tasnifine başlanmış, o sırada Alman İmparatoru Wilhelm, İstanbul’a geleceği için bu vesikalar moloz gibi küreklerle papaz odalarına atılmıştı. Ben, bunları görüp ilgilileri uyandırıncaya kadar belgeler burada güvercin pisliklerinin, yağmur sızıntılarının altında kalmıştır.”
Gelelim, facianın asıl büyük boyutuna. 1931 yılında, “cahil bir komisyon ve gafil bir defterdar”ın ön ayak olmasıyla Osmanlı arşiv belgelerinin Bulgarlara satılmasına karar verildi ve bu menhus plan derhal uygulamaya konuldu. Aynı yılın Mayıs ayında İstanbul Defterdarlığı Maliye Evrak Hazinesi’ndeki tarihi evrakı hamallar balyalar halinde getirdiler. Bu balyalar Sirkeci’ye götürülecek, orada trene yüklenecek ve Bulgaristan’a gönderilecekti. Nitekim öyle de yapıldı. Tam 200 balya tutan Osmanlı arşiv belgeleri okkası on kuruş, on paradan Bulgarlara satıldı. Tam iki yıl sonra merhum Muallim Cevdet’in hükümet nezdinde gösterdiği gayretle kısmi bir netice alındı. Bulgarlar kendilerinden geri istenen bu iki yüz belgeden ancak 51 çuvalını iade ettiler. Bunlar da -tabii ki- cüruftan ibaretti.
Bulgarlar, bu iki yıl içinde Viyana’dan davet ettikleri bir müsteşrike (Doğu bilimciye) bütün belgeleri incelettiler. Kendileriyle ilgili olanları ayırttılar. O zamanki gazetelerin yazdığına göre, evrakın bir bölümünü kırk milyon levaya Bulgarlara sattılar.
Bu vahim olayı merhum Osman Nuri Ergin Bey’in İstanbul Büyükşehir Belediyesindeki odasında öğrenen Muallim Cevdet, derhal harekete geçiyor. Başbakan İsmet İnönü’ye uzunca bir mektup yazarak bu kültür katliamına müdahil olmasını rica ediyor. Hemen belirtelim ki, Muallim Cevdet’in bu cesurca teşebbüsünden sonra hükümet gerekli girişimde bulundu. Bulgarlara satılan evrakın hiç değilse bir kısmı tekrar elimize geçti.
Osman Nuri Ergin, kendisiyle ilgili kaleme aldığı değerli eserinde Milli Eğitim camiamızın pırlanta ismi Muallim Cevdet’in bu hizmetini şöyle anlatıyor:
“Cevdet’i bu felaketten ve cinayetten haberdar ettim. İhtimal vermeyip inanmadı. Gazeteyi ve oradaki resimleri gösterdim. Bu sefer de yerinde duramadı. Azıcık yatışınca biraz daha izahat istedi, verdim. Derhal yerinden kalktı. Sultanahmet Meydanına doğru gitti. Yarım saat sonra elinde bir kucak vesika ile geldi ve bunları beşer kuruşa çocukların elinden aldım, tarihi evrak bu hale getirilir mi, dedi. Hâlâ ağlıyordu. Kendisini teskin ve teselli etmeye çalıştım. Ne mümkün!...”
Bütün bu anlatılanlardan sonra hadisenin faillerini soruyorsanız onu da söyleyelim. Bunlardan bazıları hayli uzun süren yargılamalardan sonra eceliyle öldü. Bir kısmı da o sırada ilan edilen genel aftan yararlanarak, kendilerini kurtardılar.
Elem verici bu bahsi, şair Mithat Cemal Kuntay’ın şu dörtlüğü ile bitirelim:
Bizden iki üç yüz sene evvel uyananlar
Hâlâ uyuyanlardaki mâhiyyeti görsün
Efsânesi kaybolsa kıyamet koparanlar
Tarihini okkayla satan milleti görsün!..
Yakın tarihimizde meydana gelen bir kültür faciası | Dursun Gürlek (yenisafak.com)