Türkiye’de ilk defa açılan İmam- Hatip okullarından biri de Tokat İmam- Hatip Okulu’dur. 1953 yılında eğitim ve öğretim yılına başlayan bu okuldan bin dokuz yüz yetmişli yılların başında mezun oldum. Meslek derslerinin yanı sıra kültür derslerimize de giren değerli hocalarımız vardı. Kelâm dersimize Niyâzi Ceylâni adında bir hocamız giriyordu ve büyük İslâm âlimi Ömer Nasûhi Bilmen’in, “Muvazzah İlm-i Kelâm” isimli kitabını okutuyordu. Hadis dersimizin hocası ise rahmetli Mücteba Uğur’du. Mücteba Bey, daha sonra profesörlüğe kadar yükseldi. Sahasında birtakım çalışmalar yaptığı gibi, Hasan Basri Çantay merhum hakkında da bir biyografi eseri hazırladı. Profesör olan diğer bir hocamız da geçenlerde vefat eden Mustafa Uzunpostalcı idi. Arapça hocamız Bekir Yiğit Bey’e de sağlık ve afiyet diliyorum.
Tefsir hocamıza gelince, o da görevini hakkıyla yerine getiren bir muallimdi. Meşhur müfessirlerin hayat hikâyelerini anlatırken onlarla ilgili naklettiği anekdotlar çok hoşuma gidiyordu. Meselâ Zemahşerî’nin Türk asıllı bir âlim olmasına rağmen Arapça'yı Araplardan daha iyi bildiğini dile getiren menkıbe bunlardan biriydi. Hâlen aklımdadır, Zemahşerî, Mekke’de bulunduğu bir sırada, bir gün Ebû Kubeys tepesine çıkmış ve ey Araplar, babalarınızın, dedelerinizin dilini, gelin benden öğrenin diye bir bakıma meydan okumuş. Bu günlerde Zemahşerî hakkında ilgi çekici bazı yeni bilgilere daha ulaştım. Onlardan birini aşağıda anlatacağım ama önce Arapça hocamız Bekir Yiğit’in derslerinden birinde anlattığı bir Nasreddin Hoca fıkrası nakletmek istiyorum.
Nasreddin Hoca, bir gün karşılaştığı bir Arap bilginiyle iddiaya girip ben Türk’üm ama Arapça'yı senden iyi bilirim, diyor. Arap, buna itiraz edip, "Böyle bir şey mümkün değildir, Arapça benim ana dilimdir, dolayısıyla bu konuda benimle boy ölçüşemezsiniz" cevabını veriyor. Nasreddin Hoca’yla Arap âlimi arasındaki ben iyi bilirim-hayır ben daha iyi bilirim eksenli tartışma epeyce uzayınca bizimki, Arap muhatabına "Sana şimdi Arapça bir cümle söyleyeceğim. Eğer onu îrap edebilirsen Arapça'yı benden daha iyi bildiğini kabul edeceğim" der. Hoca’nın uydurduğu cümle şudur:
“Men kazara kuyuya likardeşihi lekad deşerehâ” Türkçe, Arapça kelimelerle söylenilen bu cümlenin içinden çıkamayan Arap bilgini Nasreddin Hoca’nın bu dili kendisinden daha iyi bildiğini mecburen kabul eder.
Lâtife bir yana, müfessirler zincirinin en parlak halkalarından birini teşkil eden Zemahşerî’nin Arap edebiyatı konusunda tam bir otorite olduğunu bütün İslâm uleması itiraf ediyor. Bu konuda daha ayrıntılı bilgi edinmek isteyen kardeşlerimiz, Ömer Nasûhi Hoca’nın “Büyük Tefsir Târihi-Tabakâtü’l- Müfessirîn” adındaki muhalled eserinin ikinci cildine bakabilirler. Bu büyük İslâm âliminin hayat hikâyesiyle ilgili yeni öğrendiğim ilgi çekici bir hususu siz değerli okuyucularımıza nakletmenin sırası şimdi geldi.
“İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi”nin 26. sayısında “Zemahşerî- Hayatı ve Eserleri” başlığıyla ve Nuri Yüce imzasıyla yayımlanan makaleden anlaşıldığına göre, Zemahşerî, damdan veya hayvandan düştüğü yahut daha kuvvetli bir ihtimalle bir yolculuk esnasındaki kar fırtınasında donduğu için bir ayağı dizinden kesilip topal oldu. Ağaçtan takma bir bacakla yürümek zorunda kaldı. Bu acı hadiseyi annesinden de bahsettiği bir çocukluk hâtırasına atfediyor. Çocukluğunda bir gün yakaladığı bir serçenin ayağına, oynamak için bir ip bağlıyor. Serçe bir ara elinden kaçıp bir duvarın deliğine giriyor. Küçük Zemahşerî, kuşu çıkarmak için dışarıda kalan ucu çekince kuşcağızın ayağı kopuyor. Bunu gören annesi, oğlunun yaramazlığı yüzünden kuşun uğradığı felâkete çok üzülüyor ve “Onun ayağını kopardığın gibi, Allah da senin ayağını koparsın!” diye beddua ediyor. Daha sonra Zemahşerî, bacağı kesilip sakat kalınca o kuşun ayağının kopuşunu ve annesinin bedduasını acı acı hatırlamış ve bunun bir takdir-i ilâhi olduğunu kabul etmiştir.
Topallığının başkaları tarafından yanlış anlaşılıp suç ve sâire gibi kötü bir sebebe yorumlanmaması için sakat kalışının şiddetli soğuk yüzünden olduğuna dair pek çok şahit dinleterek bir belge tanzim ettirdiği ve gittiği her memleketin hâkimine bu belgeyi göstererek, ayağının sakat kalma sebebini yazdırıp altını imzalattırdığı, ayrıca topallığının belli olmaması için, yere değecek kadar gayet uzun elbise giydiği rivâyet ediliyor. “Topallardan nicelerinin, yücelere yükselmekte, sağlam ayaklılardan daha ileride olduklarını gördüm ama sağlam ayaklıların, iyilikte öne geçtiklerini görmedim” demesi kendi topallığı ile alâkalıdır.
Bu satırları iktibas ettiğimiz makalenin ilerleyen satırlarında Zemahşerî’nin hayatına dair daha başka bilgilere ve anekdotlara da yer veriliyor. Ezcümle babasının genç yaşta devrin zalim veziri tarafından tutuklandığı ve hapishanede vefat ettiği anlatılıyor. Keza yine babası tarafından bir terzinin yanına çırak olarak verilmek istendiği, fakat çocuğunun okumak için yalvarmalarına dayanamayarak Harizm’de bir medreseye verdiği belirtiliyor. Ayrıca gençlik devresinin, Sultan Melikşah’ın büyük veziri Nizâmülmülk zamanına rastladığı kaydediliyor. Bir süre Mekke’de ikamet etmiş olmasından dolayı kendisine “Carullah” ünvanı verildiği hatırlatılıyor. Amelde Hanefî olduğu, itikadda ise Mu’tezile’ye mensup bulunduğu, buna rağmen yazdığı “Keşşaf” isimli tefsirinin Ehl-i Sünnet ulemasınca takdir edildiği ayrıca belirtiliyor.
Yukarıda da ifade edildiği üzere, Zemahşerî hakkında bilgi veren en sağlam kaynaklardan birini de eski Diyânet İşleri başkanlarından merhum Ömer Nasûhi Bilmen’in eseri teşkil ediyor. Hoca Efendi, Zemahşerî’nin kısa hayat hikâyesini “Rahmetullâhi Aleyh” duasıyla bitirdikten sonra onun tefsir sahasındaki kudretini ve ilmî mevkiini kuvvetli delillerle izah ediyor. Diğer iki müfessir olan Fahreddîn-i Râzi ile Ebussuud Efendi’nin de Zemahşerî’yi, bu hârika tefsirinden dolayı çok takdir ettiklerini, ayrıca bazı cümlelerle dile getiriyor.
Özetle söylemek gerekirse, Ömer Nasûhi Bilmen, “Tabakâtü’l- Müfessirîn” isimli bu anıt eserinde Türklerin İslâm’a ne büyük bir hizmette bulunduklarını Zemahşerî’nin şahsında ve şu vurucu cümlelerle tebârüz ettiriyor. Asya kıt’asının en eski ve medenî sakinlerinden olan Türkler, fıtratlarına en uygun olan İslâm’ı kabul edince büyük başarılara imza attılar. Böylece dîn-i mübîne çok büyük hizmetlerde bulundular. Daha aradan çok zaman geçmeden bu aziz milletin içinden gerek siyasetce, gerekse ilim ve irfanca pek seçkin kimseler yetişti. Ve bunlar İslâm’a hizmeti en ulvî bir gaye edindiler. İslâmi ilimlerin tedvininde, tasnifinde ve neşrinde hârikulâde bir şekilde himmet ve gayret gösterdiler. Eserlerini Arapça yazmak sûretiyle, fesahat ve belagattaki derinlikleri dolayısıyla âdeta Araplar ile müsabakaya giriştiler. İşte bu altın zincirin en şaşaalı halkalarından biri de Zemahşerî idi. Ve onun yazdığı tefsir, Ebussuud’un ifadesiyle “çehre-i î’câzın incilası için parlak bir ayna oldu.”
Bu mevzuda çarpıcı bilgiler elde etmek için Bursalı Mehmed Tahir’in “Türklerin Ulûm ve Fünûna Hizmetleri” isimli kitabı okunmalıdır.
https://www.yenisafak.com/yazarlar/dursun-gurlek/turklerin-islama-hizmeti-ve-zemahseri-tefsiri-4554160