Geçen gün ailece bir Üsküdar gezisi yaptık. Bir şeyler içerek dinlenmek için yeni açılan İmaret Kahvehanesi’nin dış kısmındaki bir masaya oturduk. Diğer masaların hemen hemen hepsi doluydu. Yanı başımızdaki masayı işgal edenler imaretin ne anlama geldiğini aralarında tartışıyorlardı. Bir sonuca varamadıkları için yanlarına gelen garsona sordular. O da hık mık ettikten sonra “Caminin şeyi” dedi. Bu tarihi yapının Gülnuş Emetullah Valide Sultan Camii’nin “neyi” olduğunu dönüp şunlara bir güzel anlatayım diye içimden geçirdim ama bilgiçlik taslama korkusuyla bu niyetimden vazgeçtim.
Eğer okuyucularım bu konuyla ilgili aşağıda vereceğim bilgileri “malumatfuruşluk” kabul etmezlerse imaretin ne anlama geldiğini izah etmeye çalışacağım. Şimdi ben aradan çekileyim ve mukaddime cümlelerini lügate bırakayım. Misalli Büyük Türkçe Sözlük, ‘imaret’i şöyle açıklıyor:
“Bu kelime Arapça asıllı olup bir yeri bayındır ve mamur etme demektir. İkinci anlamı ise, medrese talebelerine, cami görevlilerine ve gelip giden yolcu ve misafirlere yemek vermek üzere kurulmuş aşevidir. Yahya Kemal bu konuda şöyle diyor: Bir semtin esası olan cami, bir tek binadan ibaret olan ibadet yeri değildi; o camiyi vakfedenin devrini gösterir bir manzumeydi. Caminin yanında medrese, imaret, tabhane, hamam, mektep, muvakkithane, hâsılı bütün şekliyle vakfedenin adını taşıyan ve devrini temsil eden bir levhaydı.
Ahmet Hamdi Tanpınar da şu tanımı yapıyor: İznik’teki o güzel imaret beş kapılı, revaklı ve çok rahat kubbesiyle Nilüfer Hatun’a izafe edilir.
İmaretin üçüncü manası da şöyledir: Bulunduğu yeri bayındır duruma getiren cami, medrese, hastane, misafirhane, hankâh, türbe, kale ve bunun gibi eserler… Şimdi de Evliya Çelebi’ye kulak verelim: İmaret Camii, İmaret Mahallesi bu âsârdan gayri koca Fatih’in nice imaret ile şehr-i İstanbul’un enderun ve birûnunda vücuda getirdiği âsâr-ı azime ile şehr-i cedid mâmûr ve âbadandır.”
Eskilerin ifadesiyle, “Medine-i Üsküdar” camiler, çeşmeler, tekkeler bakımından ne kadar zenginse, imaret itibariyle de bir o kadar gösterişlidir. İşte sahildeki bu imaret de yukarıda da belirtildiği üzere, Yeni Valide Camii’nin eteğine iliştirilen dört başı mâmur bir imarethanedir.
Bu konuda bildiklerimi biraz daha takviye etmek için “Üsküdar Tarihi”nin ikinci cildine müracaat ettimse de aradığımı bulamadım. Doğrusu şaşırdım, merhum İbrahim Hakkı Konyalı, Atik Valide Külliyesi’nin, Mihrimah Sultan Camii’nin, Rum Mehmet Paşa Camii’nin, Aziz Mahmud Hüdayi’nin imaretlerini anlattığı halde bahsini ettiğimiz bu imarethaneye hiç yer vermemiş. Kitapta sadece Yeni Valide İmareti’nin harap halini gösteren resimle karşılaşıyoruz.
Bu imarethane son yıllarda metruk haliyle ve hüzün verici manzarasıyla ihmalimizin ve ilgisizliğimizin göstergelerinden birini teşkil ediyordu. Köşesindeki zarif Osmanlı çeşmesinin musluğu ise, akmayan suyunun verdiği ızdırap damlalarını sanki içine çekiyordu. Ve akmayan çeşme de yaşarmayan göz gibidir diyordu. Kitabesine gelince, o da sanki kararan yazılarıyla kara bahtına ağlıyordu. Şükürler olsun ki, şimdilerde yeniden canlandı.
İmaret konusunu daha değişik açılardan anlatan bazı kitapların kaleme alındığını biliyoruz. Meşhur kültür tarihçimiz Osman Nuri Ergin’in, “Türk Şehirlerinde İmaret Sistemi” adıyla neşrettiği eser işte bu minval üzere hazırlanan kitaplardan birini teşkil ediyor. Ergin, tarihçilerimiz arasında bile yanlış anlaşılan imareti dört başlık altında inceliyor. Bu başlıklar sırasıyla İmaret Mefhumu, Sıhhi, İçtimai ve İktisadi Bakımdan İmaret, Turizm Bakımından İmaret ve Bir Şehir Kuruluşu Olarak İmarettir.
Türkler cami, medrese, hastane, misafirhane, hangâh, hatta türbe, kale ve minare gibi yaptıkları binalara imaret adını verdiler. Bunlar teker teker de olsa, toplu olarak da düşünülse, imaret diye isimlendirilirdi. Anadolu’nun ve Rumeli’nin birçok şehrinde ve kasabasında, bu türlü yapıların hâlâ duran kitabeleri bu iddianın canlı şahitleridir. Ergin, bu kısa açıklamadan sonra ve tezini ispat sadedinde tam 28 kitabe örneği veriyor. Mesela Sivas’taki Gök Medrese’nin, Kütahya’daki Balıklı Camii’nin Ankara’daki Ahi Şerafeddin Türbesi’nin, Amasya’daki Şehabeddin Çeşmesi’nin kitabelerinde “imaret” kelimesi yer almaktadır. Hâlbuki bugün halk arasında imaret deyince sadece aşevi anlaşılır.
Ergin, bu kargaşanın nasıl ortaya çıktığını ise şöyle anlatmaya çalışıyor:
Halka göre, aşevlerinde pişen yemekler insan vücudunu tamir yahut imar ettiği için, bu binalara imaret denilmiştir, mütalaasında bulunanlara karşı sadece gülmek gerekir.
Peki, nasıl olmuş da bu büyük yanlışlık ortaya çıkmıştır? Bence mesele basittir. İmaretin delalet ettiği anlamlar arasında halk tabakası kendisine maddeten hepsinden fazla yarayan, yani karnını doyuran müessese ile alakadar olmuştur. İmaret tabiri ile yalnız aşevini kastetmiştir. Bunlar arasında kendisine manen faydası olan medrese, mektep, kütüphane, cami gibileri onun için ikinci derecede kalmıştır.
Sıhhi, içtimai ve iktisadi bakımdan imarete gelince, Ergin, bu konuya da Bizans ve İslam tarihinden örnekler vermek suretiyle anlattıktan sonra imaretin kapsam alanına giren yapıları cami, medrese, bimarhane, aşevi, tabhane, kervansarayı, mektep, kütüphane, hangâh, türbe, arasta, kapalıçarşı, han, su tesisi, hamam, umumi hela, kahveler, meşruta binaları ve muvakkithaneler diye sıralıyor ve her biri hakkında geniş bilgiler veriyor. Yazarımıza göre imaret sistemi, en ileri ve mükemmel şeklini Kânûnî Sultan devrinde bulmuştur.
Yazarımız, bu imaret binalarından biri olan bimarhaneyi yani hastaneyi anlatırken şu cümlelere de yer veriyor:
“Fatih’in Arapça vakfiyesinde Bimarhane için geniş bir memur ve doktor kadrosu çizilmiş, orada her birinin yapacağı iş gösterilmiş, alacakları gündelikler belirlenmiştir. Kânûnî’ninkine, gelince o Fatih’inkinden üstündür.
Hastaneden istifade yalnız Müslümanlara hasredilmemiştir. Din ve mezhep ayırt edilmeyerek, bütün tebaanın bu müesseseden istifade etmesi istenmiş olduğu gibi, burada çalışacak dostların da, ‘Tababette hâzık, ilmiyat ve ameliyatta mahir olsun da hangi din ve milletten olursa olsun, bu müesseseye tabip olabileceği’ gösterilmiştir.
‘Kârhâne-i Meâcin’ denilen eczahanesinden haftada bir defa dışarıdan müracaat edecek olanlara parasız ilaç verilmesi vâkıfın koyduğu şartlar iktizasındandır.
Bununla beraber Fatih’ten sonra Bimarhane yapanlar halk lehinde daha türlü türlü şartlar koymuşlar ve mesela hastaları eğlendirmek için haftanın belli günlerinde çalgı çaldırılmasını bile vakfiyelerinde göstermişlerdir. Bugün mûsıki ile tedavi denilen usul de bundan başka bir şey değildir.
Ergin, imaretin turizm bakımından da ne büyük bir önem arz ettiğini bu kitabında anlatıyor ve çarpıcı örnekler veriyor: Mesela Üsküdar’da iskele başında bir Hanısebil bulunmaktadır. Hayvanıyla veya yürüyerek dışarıdan Üsküdar’a gelen bir yolcu, tabii ki denizle karşılaşıyor ve bu deniz onun karşıya geçmesini engelliyor. Adamın parası da yoksa ne yapsın? İşte eski teşkilatta bu da düşünülmüş. Tam Balaban iskelesinin önünde bu Hanısebil yapılmıştı. Fakir yolcular Üsküdar’dan İstanbul’a geçecek kayık parasını temin edinceye kadar burada barındırılıyordu. Bu Hanısebil, bugünkü “İmaret Kahve” olmasın? Bir şehir kuruluşu bakımından imareti de anlatmak isterdim ama istiap haddimizi zorlayacağı için vazgeçiyorum.
Osmanlı imaret sistemi işte böyle muazzam ve muhteşem bir manzûmeler külliyesi idi. Onlardan bazıları bugün bile hizmet veriyor. Lakin bir bardak çay bile otuz liraya içiliyor.
Osmanlı şehirlerinde imaret sistemi | Dursun Gürlek (yenisafak.com)