Nasreddin Hoca, bir gün Akşehir’de bir camiye gitmiş. Vaaz etmek için kürsüye çıkmış. Ancak tek kelime bile söylemeden oturup kalmış. Neden sonra, “Ey cemaat-i müslimin, bugün aklıma hiçbir şey gelmiyor” demiş. Bunu duyan ve cemaatin arasında bulunan oğlu ayağa kalkmış, “Baba, kürsüden inmek de mi aklına gelmiyor?” diye seslenmiş.
Görevini hakkıyla yerine getiren hocalarımızı, vaizlerimizi tenzih ederek söylemek isterim ki, aynı durum bugün de söz konusu. Bir gün cuma namazı için Üsküdar’ın büyük camilerinden birine gitmiştim. Kürsüdeki vaizi dinlerken bilgi yetersizliği, bozuk Türkçesi ve kürsüyü yumruklayarak konuşması dolayısıyla fena halde rahatsız oldum, camiye erken gittiğime bir bakıma pişmanlık duydum. Hâlbuki eski İstanbul’da mesleğinin hakkını veren, sözleriyle gönülleri fetheden öyle değerli vaiz efendiler vardı ki, onlar daha kürsüye çıkmadan o koca selâtin camileri ağzına kadar dolardı. Semt sakinleri, hatta uzaklardan gelen bazı kimseler bu hoca efendileri dinlemenin iştiyakıyla haftayı iple çekerlerdi.
Fatih, Süleymaniye ve Laleli camilerinde yaptığı o güzel Mesnevi sohbetleriyle bu mabetleri zinetlendiren merhum Tahirü’l-Mevlevi, yazılarından birinde bu konuya temas edip şunları söylüyor: “Kürsü halka, bilhassa cuma günleri nasihatte bulunacak vaize mahsus idi. Bu vaiz, hükümet tarafından tayin edilirdi. Hükümetin tayin ettiği vaizler evvelce tekke şeyhlerinden, âlimlerden seçilirler ve boş makam bulundukça terfi edilirler idi. Bunlara ‘Katar Şeyhleri’ denilirdi. Bu katarın son noktası Ayasofya Kürsüsü şeyhliği idi. Benim yetiştiğim Ayasofya kürsü şeyhlerinin en değerlisi Manastırlı İsmail Hakkı Efendi idi ki, hem âlimdi, hem de muntazam söz söylerdi. Â’yân âzâlığına tayin edildiği halde camideki vazifesine devam ederdi.”
Mehmed Âkif merhum da, hakkında kaleme aldığı bir yazıda, işte bu ünlü vaizin ilmi müktesebatını şöyle dile getiriyor: Manastırlı, İslami ilimlerin her birinde tam bir ihtisas sahibi olmakla beraber en ziyade tefsir ilminden zevk alıyordu. Tâ İbn-i Abbas’dan zamanımıza gelinceye kadar kaç tanınmış müfessir yetişmiş ise, Manastırlı onların hepsini bilir, hepsini pek yakından tanırdı.
Hazır söz Mehmed Âkif’ten açılmışken, konumuzla ilgili ondan da bir nakilde bulunmak istiyorum. Merhum şairimiz “Hasbihal” başlığıyla kaleme aldığı 17 Haziran 1910 tarihli bir yazısında camilerin halkı bilgilendirmek için ne kadar müsait mekânlar olduğunu belirttikten sonra haklı bir öfkesini şöyle dile getiriyor:
“Hocamız Halis Efendi hazretlerinden niyaz ederiz: Ya bu kürsülere Ramazanlarda birer adam çıkarsınlar yahut bu ceheleyi cemaatin başına bela etmesinler. Doğrusu bu herifleri dinledikçe gençlerdeki dinsizlik modasını hemen hemen mazur göreceğim geliyor! Eğer dinin ne olduğunu bunlardan öğrenseydim, mutlaka İslam’ın en büyük düşmanı olurdum!”
Dikkatinizi çekerim, bu sözleri, Milli Mücadele yıllarında gerek Kastamonu’daki Nasrullah Camii’nde, gerekse Balıkesir’deki Zağanos Paşa Camii’nde verdiği coşkulu vaaz örnekleriyle halkı galeyana getiren İslam şairi Mehmed Âkif söylüyor. (Bazı arkadaşlarımız Âkif’den İslam şairi diye bahsetmekten çekiniyorlar. Halbuki aslen bir CHP’li olan M. Emin Erişirgil bile Âkif hakkında yazdığı kitaba “İslamcı Bir Şairin Romanı” adını koymuştu.)
Sadece Âkif mi, bu konuda meşhur şairimiz Yahya Kemal Beyatlı da dertli… Bakınız, “Sütunların Dibinde Dua Edenler” başlığıyla kaleme aldığı bir yazıda, uğradığı hayal kırıklığını nasıl anlatıyor:
“Ayasofya’da ikindiden sonra, yerle beraber ve yüksek merdivenli kürsülerde vaaz eden dört vaizi kalbimin bütün samimiyetiyle ayrı ayrı dinledim. Fakat kalbimin bütün samimiyetiyle itiraf ederim ki, bu vaizlerin sözleri, İslam’ı neşreden ilk âlimlerin sözleri gibi âteşin olmaktan uzak, hatta o korun soğumuş külü kadar bile müessir değildiler. Dinin rahmetine susamış bir cemaat bu vaizlerin kürsüleri karşısında oturmuş derin bir hüsnü niyetle bir şey söylemelerini bekliyordu. O cemaatin içinde bazı simalar seçtim ki, memleketin irfanını temsil ederler; tesbihlerini çekerek dinliyorlardı. Eminim ki bu vaizleri dinlerken, benim kalbimden neler geçiyorsa, onların kalbinden de geçiyordu. Kendi kendime dedim ki: Bu güzide sâmilerden (dinleyicilerden) biri kürsüye çıksa da söylese ve bu vaiz dinlese! Bu, dinimizin âdâbına münafi (aykırı) mi olur?
Ayasofya’da dört kürsünün önünden de derin bir inkisâr-ı hayalle (hayal kırıklığıyla) ayrıldım”
Bu konuda söylenecek daha çok söz var ama sütunum ancak bu kadarına müsait olduğu için gerisini okuyucularımın ferasetine bırakıyorum. Bitirirken aklıma geldi, bendeniz Diyanet İşleri Başkanı olsaydım, temel İslami mevzuların yanısıra, cami hizmetlerini, mihrabı ve imamları, minberi ve hatipleri, kürsüyü ve vaizleri o engin müktesebatıyla ve nefis Türkçesiyle anlatan merhum Mahir İz hocamızın “Din ve Cemiyet” isimli kitabını, bütün din görevlileri için mecburi tutardım.
Kaynak / Yeni Şafak Gazetesi