Bin dokuz yüz seksenli yıllarda Kültür ve Turizm Bakanlığı “Türk Büyükleri Dizisi” başlığı altında yayımladığı biyografi kitaplarıyla kültür dünyamıza büyük bir katkıda bulundu. Her biri on bin, on beş bin, yirmi bin basılan ve gayet ucuz fiyatla piyasaya verilen bu eserler o zamanlar takdirlerle karşılandı ve ilgiyle okundu. Bu tercüme-i haller bugün bile sahafların ve eski kitapçıların raflarını süslemeye devam ediyor.
Kendisi mesleğinde uzman bir doktor olduğu halde kültürel konulara ama bilhassa biyografilere de büyük ilgi duyan Muhtar Tevfikoğlu’nun kaleme aldığı iki eser de bu bakanlığın yayınları arasında neşredildi. Biri Rıfkı Melul Meriç’i, diğeri de Ali Emiri Efendi’yi konu alan her iki kitabın önsözünde yazarımız vefasızlığımızdan, unutkanlığımızdan ilgisizliğimizden söz ediyor. Böyle büyük zatları nisyan perdesinin altında unutulmaya terkettiğimiz için haklı, fakat hüzünlü bir üslupla hayıflanıyor. Aynı halet-i ruhiyenin benim için de söz konusu olduğunu bu vesileyle belirtmek isterim.
Dr. Muhtar Tevfikoğlu, Rıfkı Melul Meriç, Ali Emiri Efendi, İbnülemin Mahmud Kemal gibi aynı muzdarip isimlerden yola çıkarak bu vurdumduymazlığımız hakkında – hikâyet ve şikâyet kabilinden – birkaç cümle daha söylemek istiyorum. Son devrin en büyük biyografi yazarı olduğu meslektaşları tarafından tescil edilen İbnülemin Mahmud Kemal için “ölüleri dirilten adam” deniliyor. Niçin söylemeyelim, İbnülemin Bey “Osmanlı Devrinde Son Sadrıazamlar”, “Son Asır Türk Şairleri”, “Son Hattatlar”, “Son Bestekârlar – Hoş Sada” isimli derin araştırma ürünü olan bu eserleriyle böyle bir unvanı hak ediyor. Sadece bu kadar mı, merhum üstad, çeşitli yayın organlarında neşrettiği bir takım makalelerle de adı ihmalkârlık olan hastalığımıza neşter vuruyor.
Mesela Haziran 1937 tarihli “Her Ay” dergisinde “Unutulan Adamlar” başlığıyla yayımladığı bir makalede -bakınız- Milli Eğitim’e nasıl önemli bir tavsiyede bulunuyor.
“Mükerreren (defalarca) söylendiği veçhile biz eslafı (daha öncekileri) ihmal etmekte pek ileri gidenlerdeniz. Eslafını öğrenmekte ihmal gösteren bir cemiyet, tarihini unutuyor demektir. Tarihi yapan vak’alardır. Vak’aları yapan da eşhastır. Eşhas (şahıslar) olmasa ne vak’a olur, ne de tarih.
Maarif erkânından birkaç zata da bilmünasebe söyledim: Mekteplerde tarih nasıl ehemmiyetle tedris olunuyorsa (okutuluyorsa) milletin asırlardan beri yetiştirdiği her sınıf meziyet ve marifet sahiplerinin tercüme-i hallerini (hayat hikâyelerini) de ders programına koyup itina ile okutmalı, evlatlarımıza kıymettar (kıymetli) babalarını – layık o oldukları derecede – öğretmelidir.”
Esefle ifade edelim ki, bugün Milli Eğitim camiamız, daha doğrusu öğrencilerimiz, hatta bir kısım öğretmenlerimiz -babaları ve dedeleri- hakkında yeterli bilgiye ve ilgiye sahip olmadıkları için yetim kalmışlardır. İbnülemin’in tavsiyesi bugün daha büyük önem arzetmektedir. Defalarca şahit olduğum için gayet iyi biliyorum. Okullarımıza isimleri verilen tarihi şahsiyetleri ve kültür adamlarını o eğitim kurumunun öğrencileri, hatta öğretmenleri bile yeteri kadar tanımıyorlar. Böyle bir ihmalin farkında olduğum için ve bu eksikliği bir an evvel gidermek maksadıyla Milli Eğitim’e müracaat ettimse de yetkililer sükutla cevap verdiler. Ne diyelim, inşallah iyi olur. Unutmadan belirteyim. Eski Milli Eğitim bakanlarımızdan Sayın Ali Naili Erdem’in müsteşarı merhum Ahmet Nihat Akay, İbnülemin Mahmut Kemal İnal Bey’in adını – galiba – Maltepe’de bir liseye verdiklerini evinde yaptığım bir mülakat esnasında bana da söylemişti. Ama tabii ki, bu isabetli bir hareketti, fakat yeterli değildi. Batılı oryantalistlerin büyük bir hayranlık duyduğu İbnülemin Bey de unutulanlar listesine dahil edilmişti. Şükürler olsun ki, o da artık yeniden keşfediliyor. Eserleri Ketebe Yayınları tarafından birer birer yayınlanıyor. Hakkında yazdığım 3 ciltlik biyografi de ilgiyle okunuyor.
Sözü çok fazla uzatmadan ilgisizliğimize bir örnek daha vermek istiyorum. Yukarıda ismini zikrettiğim Dr. Muhtar Tevfikoğlu, Ali Emiri’yi anlatan kitabının baş tarafında aynı ihmalkârlığı, aynı vefasızlığı dile getiriyor. Buna göre, dün denecek kadar yakın bir zamanda yaşamış olmasına rağmen bu büyük kitabiyat bilginimizi ve tabii ki nev’i şahsına münhasır kütüphanecimizi halk, aydınlar, özellikle gençler hiç tanımıyor. Doğup büyüdüğü ve çok sevdiği Diyarbakır’da bile bu zatın kim olduğunu bilenler – ne yazık ki- parmakla gösterilecek kadar azdır. Şehrin göbeğinde Ali Emiri adını taşıyan ilk ve orta dereceli iki okul, bir geniş cadde, birbirine paralel üç sokak bulunduğu halde hazret hakkıyla bilinmiyor. Halbuki Yahya Kemal vaktiyle kaleme aldığı bir şiire, “Muhtaç isen füyûzuna eslâf pendinin / Diz çök önünde şimdi Emiri Efendi’nin” beytiyle başlamış, “Âmid (Diyarbakır) o şehr-i nûr öğünsün ile’l-ebed / Fazl ü faziletiyle bu necl-î bülendinin” diye devam etmişti.
Kendisinin anlattığına göre, dört yıl görev yaptığı bu tarihi şehirde bir gün, Ali Emiri adını taşıyan okullardan birinin müdürü ziyaretine geliyor. Muhtar Bey, Emiri hakkında önceleri birkaç makale yayımladığı için ve konu hakkında daha ayrıntılı bilgi alırım düşüncesiyle müdür beye, “Okulunuza adı verilen bu Ali Emiri Efendi kimdir?” sorusuna şu şaşırtıcı cevabı veriyor: “Vallahi pek bir şey bilmiyorum. Galiba eşraftan biri olacak!” Muhtar Bey daha sonra her meslekten ve her seviyeden daha bir çok kimseye aynı soruyu yönelttiği halde hiç birinden doğru cevap alamıyor.
Peki ama İstanbul’da çok değerli bir kütüphanesi bulunan ve “kitapların efendisi” diye tavsif edilen Ali Emiri Efendi’yi bu şehrin insanları acaba ne derece tanıyor? Alacağımız cevabın vereceği üzüntüyü düşünerek şimdilik bundan vazgeçelim. Eğer bu zat Avrupa’da dünyaya gelmiş olsaydı, Batılılar onu güneşin battığı ufuklara varıncaya kadar tanıtırlardı. Nitekim Fransız işgal komutanı ona böyle cazip bir teklifte bulunmuş, fakat merhum büyüğümüz reddetmişti.
Unutmadan söylemek gerekirse, unutturanlar da, bir gün unutulurlar.