Evvelâ Bizans İmparatorluğu’nun son zamanlarındaki İstanbul’un durumunu gözden geçirelim:
Şehri çeviren Anadolu ve Rumeli sahilleri tamamen Türklerin eline geçmişti. Diğer taraftan, Galata, Cenevizlilerin elinde bulunuyordu. Bu durum, büyük bir mübadele merkezi olan şehrin iktisadî ehemmiyetini kaybetmesine sebep olmuştu. Sadece Akdeniz ve Karadeniz arasında çalışan gemilerin uğrak yeri halindeydi. Bu vaziyet karşısında İstanbul küçülmüştü. Şehrin nüfusu 100 ile 150 bin arasındaydı. Nüfusun daha az olması ihtimali kabul edilse, Bizans eserlerinin bakımsızlıktan kendi kendine yıkılması icap ederdi. Halbuki bize intikal eden eserler yıkık değildi. Bunlar arasında dört saray vardı. Birincisi Sultanahmet’te bulunan Mukaddes Saray’dı. Küçük bir şehir kadar büyük olan bu sarayda, yangın sebebiyle, oturulmuyordu. İkincisi, Beyazıt meydanında bugünkü İstanbul Üniversitesi’nin bulunduğu yerdeki Saray’dı. Üçüncüsü, Valakerna Sarayı ki bizim dilimizde Ayvansaray olmuştur. Dördüncüsü ise, Edirnekapı ile Eğrikapı arasında bulunan Tekfur Sarayı’dır. Makedonya sülâlesi tarafından yaptırılan bu saray sur kenarında bulunması sebebiyle, fetih esnasında, harap olmuştur. En büyük kiliseleri Ayasofya idi. Şehrin sokakları dardı ve evler kerpiçten yapılmıştı.
Fatih Sultan Muhammed Han elli üç gün süren muhasaradan sonra İstanbul’u almıştı. Türkler Hıristiyanlardan aldıkları bütün memleketlerde eski İslâmların geleneklerine göre hareket ederdi. Eğer şehir harp ile alınmışsa o şehrin Katedrali camiye tahvil edilirdi. Sulhen alınan şehirlerde İslâmlarla Hıristiyanlar aralarında anlaşırlar, kiliselerin bazılarını camiye tahvil ederlerdi. Çünkü İslâm dinine nazaran Allah ibadetine tahsis edilen bir mabedi harap etmek veya başka bir işde kullanmak en büyük günahtı. Binaenaleyh, Allah evi yine Allah evi olarak kullanılırdı. Bu geleneğe dayanarak Türkler başta Ayasofya olmak üzere birçok kiliseleri camiye tahvil etmişlerdi. Küçük Ayasofya Camii, Kariye Camii, Fethiye Camii, Gül Camii, Aksaray Kilise Camii, Zeyrek’de iki Kilise Camii, Vefa’daki Kilise Camii, Atatürk Bulvarı’ndaki cami ve Şehzadebaşı’ndaki Kilise Camii bunlar arasındaydı.
İstanbul’u zapt eden büyük cihangir Fatih Sultan Muhammed Han Beyazıt meydanında bugünkü İstanbul Üniversitesi’nin bulunduğu yerdeki sarayı kendisine mesken olarak seçmişti. Bütün saraylar gibi bunun da etrafı küçük bir surla çevrilmiş bulunuyordu. Bilâhare Uzun Hasan’ın oğlu Mehmet Han, babası ile bozuşarak Fatih Sultan Muhammed Han’a iltica etmiş ve ona damat olmuştu. Bu zat, büyük bir şehrin ortasında etrafı iyi tahkim edilmemiş bir sarayda padişahların oturmalarını doğru bulmadığını, söyledi. İfadesine göre, herhangi bir isyan vukuunda sarayın zabtedilmesi ihtimali mevcuttu. Bu itibarla başka bir yerde, kalın surlarla çevrili, bir saray inşa ettirmesini Fatih Sultan Muhammed’e tavsiye etmişti.
Damadı ile birlikte İstanbul’un etrafını gezen Fatih Sultan Muhammed, eski Akropol’ün yani eski Bizantiyum Kasabası’nın bulunduğu tepeyi beğenmişti. Beğenmiş olduğu bu tepenin etrafına yüksek kuleli ve mazgallı muhteşem bir sur inşa ettirdi. Bu surun içerisine de Çinili Köşk denilen bir saray inşa ettirdi. Bu sarayın inşaasından sonra Beyazıt’taki saraya Eski Saray adı verilmişti. Bundan böyle de bu Eski Saray, ölen padişahların hanımları ile kız kardeşlerine ve ölen şehzadelerin ailelerine tahsis edilmişti.
Fatih Sultan Muhammed Han, şehri Türklerle iskân etmek ve dolayısıyla İstanbul’u bir İslâm beldesi yapmak istiyordu. Bunun için her taraftan ahali nakledildi. İstanbul’un ilk ahalisini Bursa, Bolu ve Balıkesir mıntıkasından gelen halk teşkil etmiştir. Bursa ve Bursa havalisinin asil ve büyük aileleri evlerini İstanbul’a nakle başlamışlardı. Gelenler arasında Veliyüddin Zâdeler, Fenârî Zâdeler ve Candarlı Zâdeler başta bulunuyordu. Dünyanın en mes’ut insanları sayılması lâzım gelen, elli üç günlük İstanbul muhasarasını seyreden Üsküdar Türkleri’nin mühim bir kısmı da İstanbul’a geçmişlerdi. Bundan sonra Anadolu’nun muhtelif yerlerinden İstanbul’a halk gelmeye başlamıştı. Bunlar iskân edildikleri yerlere ekseriya geldikleri yerlerin isimlerini vermişlerdir. Cide’den gelenler Cide Mahallesi’ni, Konya Çarşambası’ndan gelenler Çarşamba semtini, Karaman’dan gelenler Karaman Mahallesi’ni ve Aksaray’dan gelenler de Aksaray semtini meydana getirmişlerdir. Keza, Antalya, Akseki, Elmalı ve Manavgat tarafından da ahali gelmişti. Bunlar esnaflık ve daha ziyâde meyvacılık yaparlardı. Meyvacıların en mühimleri Manavgatlı oldukları için bunlara Manav denmiştir.
İstanbul’da ilk imar edilen semt, Fatih semtidir. Sebebi de Fatih Sultan Muhammed Han’ın kendi camiini orada yaptırmış olmasıdır. Eskiden beri İstanbul Patrikleri’nin ikametgâhı olan Havariyun Kilisesi, fetihten sonra, camiye tahvil edilmişti. Fatih Sultan Muhammed bu camiyi yıktırıp yerine kendi camiini inşa ettirmiştir. Bu cami yapıldıktan sonra etrafını medrese, han, hamam ve çarşı ile süslediler. İstanbul’a gelen müslümanlar da bu camiin etrafına yavaş yavaş yerleşmeye başladılar. Medresesi, hanı, hamamı ve çarşısı halkın ihtiyaçlarını karşılamağa kâfi geliyordu. Bu şekilde Müslüman Fatih semti doğmuş ve gelişmeye başlamıştı. Daha sonra Fatih Sultan Muhammed Han camiye tahvil edilen Ayasofya’nın yanında bir medrese inşa ettirmiştir. Bu medrese aklî ilimlere, bilhassa Riyaziyat tedrisine, tahsis edilmişti.
İmar politikasını ciddi bir şekilde ele alan Fatih Sultan Muhammed Han, Aksaray’ın daha alt kısmında Yeniçeri kışlaları inşa ettirdi. Şehrin diğer kısımlarını da imar etmek için boş mıntıkaları vezirlerine tahsis etti. İstanbul’un imarında büyük hisseleri bulunan bu vezirler kendilerine tahsis edilen yerlerde faaliyete geçmişlerdir. Bunlardan Mahmut Paşa kendisine verilen semtte hayratını yani camisini, medresesini ve hamamını inşa ettirmişti. Bu yapılanlara varidât temin etmek için de Mahmut Paşa çarşısını yaptırıp, vakfetmişti. Gedik Ahmet Paşa kendi adını taşıyan semtte imaratını husule getirdi. Nişancı Paşa, bugünkü Nişancı semtinde bir cami yaptırdı. Vezir Rum Mehmet Paşa, Üsküdar’da bir medrese ve imaret inşa ettirdi. Diğer uleması da aynı şekilde cami ve medreseler yaptırarak kendi adlarına mahalleler ve semtler meydana getirdiler. Molla Zeyrek, Hızır Çelebi ve Molla Gürânî semtleri bu şekilde meydana gelmiştir. Bu meyanda Hazreti Halid Ebu Eyyub el-Ensarî’nin mezarı bulunmuş ve Eyyüb’deki türbesi inşa ettirilmiştir.
Görülüyor ki, İstanbul’un büyük ve mühim semtlerinden olan Mahmutpaşa, Gedikpaşa, Molla Güranî ve Zeyrek gibi yerler o zamanın paşaları ve uleması tarafından kurulmuştur. Buralar zaman geçtikçe genişlemiş ve bugünkü duruma gelmiştir. Mahmutpaşa gibi İstanbul’un ticarî hayatında mühim bir yer işgal eden çok hareketli bir semt Fatih Sultan Muhammed devrinin hediyesidir.
Meydana gelen bu semtleri birbirine bağlayan yollar umumiyetle dardı. Anadolu şehirlerinin sokaklarına benzeyen bu yollar düz olmayıp kavisliydi. Soğuk rüzgârlardan müteessir olmamak için bu şekilde yapılması muvafık görülmüştü. İstanbul’un üç ana yolu vardı. Bunlardan birisi merasim caddesi olarak kullanılan Edirnekapı yoluyla, Topkapı Sarayı’ndan başlar, Sultanahmet, Divanyolu, Beyazıt, Şehzadebaşı, Fatih ve oradan da Edirnekapı’ya giderdi. Bizans İmparatorluğu’nun merasim caddesi bu değildi. Onlar merasim caddesi olarak Yedikule yolunu kullanmışlardı. Cadde Yedikule’deki Altın Kapı’dan başlar Aksaray’a gelir, Aksaray’dan Takı Zafer’in altından Beyazıt’a ve oradan da Sultanahmet’e giderdi. Yukarıda belirtildiği gibi, Türkler bu caddeyi kullanmamışlar, Altın Kapı’nın yanında Yedikule nâmıyla bir kapı yaptırmışlardı. İstanbul’un ikinci ana yolu da Topkapı yoluydu ki, aşağı yukarı bugünkü yolun geçtiği yerdir. Fakat bu yol az kullanılırdı. Üçüncü yol, Edirnekapı, Sultan Selim, Fatih yoluydu. Keza bu yol da diğer yol gibi çok az kullanılmaktaydı.
İstanbul’un Hıristiyan ahalisine gelince… Onlar tam bir serbesti içerisinde ticarî sahada çalışmaktaydılar. Ortodokslar, Patriklerinin oturmaları için, bir yer tahsisi hususunda Fatih Sultan Muhammed’e ricada bulundular. Sultan, Ortodoks Patriği’nin Fethiye Camii’nde oturmasına izin vermişti. 136 sene burada kalan patrikhane Üçüncü Murad zamanında Fener’de bugünkü yerine nakledilmiştir.
Sultan İkinci Beyazıt zamanında İstanbul’da büyük bir zelzele olmuştu. Birçok binalar yıkılmış ve çatlamıştı. Yıkılan binaların altında kalarak ölen insanlar çoktu. Bu zamana kadar İstanbul’da ahşap evlerin inşaasına müsaade edilmemişti. Zelzelelerden daha az hasar görmek gayesiyle ahşap evlerin yapılmasına izin verildi. Bu zelzeleden yıkılan ve harap olan camiler, medreseler, hamamlar ve bilumum binalar tamir edilmişti. İkinci Beyazıt zamanında da şehirde büyük imar hareketleri olmuştur. Padişahın belli başlı en büyük eseri Beyazıt Camii, hamamı, medresesi, kütüphanesi ve imaretidir.
Yazının devamı yenisafak.com.tr’de
www.yenisafak.com