İstanbul’un tarihi kütüphanelerinden birinin de Koca Ragıp Paşa kütüphanesi olduğunu ilimle, kitapla iştigal eden hemen herkes bilir. Bu kütüphanenin banisi Koca Ragıp Paşa hem Osmanlı devlet adamlarının en değerlilerinden biri olarak kabul ediliyor hem de divan edebiyatının gözde temsilcilerinden sayılıyordu. Merhumu ve kütüphanesini anlatmadan önce, beş buçuk yıl sadrıazamlığını yaptığı Sultan Üçüncü Mustafa’dan – bir iki cümleyle de olsa – söz etmek gerekiyor.
Üçüncü Mustafa da, ecdadı olan diğer Osmanlı hükümdarları gibi şair, mütedeyyin, vatansever bir kimseydi. “Cihangir” mahlasıyla şiirler kaleme aldığı biliniyor. Bütün Osmanlı tarihleri onun sadrıazamı Koca Ragıp Paşa ile çok iyi anlaştığını kaydediyor. Padişahın kız kardeşi Saliha Sultanı bu sadrıazamıyla evlendirmesi böyle bir muhabbete zaten işaret etmektedir. Üçüncü Mustafa İstanbul’a biri Laleli Camisi, diğeri Ayazma Camisi, öteki Kadıköy’deki İskele Camisi ve Mercan’daki cami olmak üzere dört İslam mabedi kazandırdı. 1766 büyük depreminde Fatih Camisi de harap oldu. Padişah kalan kısımlarını da yıktırıp bugünkü bugünkü Fatih Camii’ni inşa ettirdi. Demek ki, bu padişahımızın İstanbul’da beş camisi bulunuyor. Kendisi de “binagerdesi” olan Laleli Camii’nin bitişiğindeki türbesinde oğlu Üçüncü Selim’le birlikte ebedi uykusunu uyuyor.
Sultan Üçüncü Mustafa’nın değerli sadrıazamı Koca Ragıp Paşa’nın kütüphanesi de işte bu Laleli Camii’nin hemen karşısında yer alıyor. Bu tarihi kütüphane hakkında bilgi vermeden önce – geliniz – banisini biraz daha yakından tanımaya çalışalım.
Koca Ragıp Paşa 1698’de İstanbul’da doğdu. Defterhane kâtiplerinden Şevki Mustafa Efendi’nin oğludur. Şark dillerini ve devrinin bilgilerini iyice öğrendi. Devlete ait işlerde büyük bir gayret gösterdi. Gençliğinde bazı paşalarla İran’a ve Bağdat’a gitti. Bir ara Bağdat defterdarlığı görevinde bulundu. Halep ve Şam valisi oldu. 1756’da ilk defa Üçüncü Osman’ın sadrıazamı oldu. Yeniçeri teşkilatıyla iyi geçinip devleti barış içinde yönetti.
Yukarıda da belirtildiği üzere, Koca Ragıp Paşa güçlü bir şairdi. O kadar ki bazı mısraları ve beyitleri birer darb-ı mesel olmak üzere günümüze kadar gelmiştir. Mesela, “Şecaat arzederken merd-i kıpti sirkatin söyler” “Eğer maksut eserse, mısra-ı berceste kafidir” “Muzaffer vakt-i fırsatta adüvden intikam almaz.” “Ehl-i feyzin eseri kalmasa da nâmı kalır” gibi mısralar işte bu vurucu sözlerden bazılarıdır.
Koca Ragıp Paşa’nın birbirinden güzel şiirlerini içine alan divanı, Mısır’daki Bulak Matbaasında 1887 yılında basıldı. “Sefinetü’r – Ragıb v Definetü’l Metâlib” isimli Arapça büyük eseri de yine aynı matbaada, 1839’da tab’ edildi. Paşa’nın yazıp da basılmayan eserleri de vardır. “Mecmuay-ı Ragıp Paşa” bunlardan biridir. Ayrıca Timur devrine ait Farsça bir eseri tercüme etti. Aruzla ve mezheplerle ilgili kitaplarının dahi olduğu biliniyor. Mizaha ve latifeye de düşkün olan Koca Ragıp Paşa’nın devrinin ünlü isimleri şair Haşmet ve şaire Fıtnat Hanımla şakalaştığı ve fıkralar anlattığı kayıtlarda yer alıyor.
Koca Ragıp Paşa Kütüphanesi hakkında bir çok tanıtıcı yazı kaleme alındığını ve neşredildiğini biliyoruz. Bunların içinde benim en fazla dikkatimi çeken yazı Süleyman Nazif’e ait olanıdır. Süleyman Nazif 1924 yılında Servet-i Fünun’da yayımladığı makaleye – bakınız – nasıl başlıyor:
“Ey kâri! (Ey okuyucu!) İstanbullu veya başka yerli, nereli olursan ol. Eğer Koca Ragıp Paşa Kütüphanesini ziyaret etmemiş, eğer burada birkaç saat temaşa ve murakabe ve tehassüsle vakit geçirmemişsen muhakkak bil ki, bu belde-i tayyibenin (İstanbul’un) büsbütün yabancısı ve en büyük cahilisin!”
Böyle dehşet verici bir girişle başlayan bu yazıyı ben de ilk defa görünce tabii ki, “en büyük cahilisin” ithamına maruz kalmamak için defalarca okudum. Ama itiraf edeyim ki cahillikten hâlâ kurtulamadım. Çünkü adı geçen kütüphane bugünde kapalıdır, dolayısıyla çok istediğim halde içine girmek nasip olmadı.
Süleyman Nazif’i mizacı gibi asabi üslubuyla başbaşa bırakalım ve yine onun ifadelerinden yola çıkarak Koca Ragıp Paşa Kütüphanesi hakkında daha ayrıntılı bilgiler edinmeye çalışalım.
Şairimize göre, şehirler de insanlar gibidir. Bazısı servetini göstermekten, bir kısmı da gizlemekten zevk alır. İstanbul’u ikinci sınıfa dahil etmek isteyenlerin en büyük delilleri bu kütüphanedir. Bayezid’den Aksaray’a doğru gerek yürüyerek, gerek vasıtayla gidenler soldaki bir taş binayı ve kapısının üstünde güzel bir celi il yazılı “Fîhâ kütübün kayyıme” ayetini muhakkak görürler ve okurlar. Bu taş binanın Koca Ragıp Paşa Kütüphanesi olduğu İstanbulluların büyük çoğunluğu tarafından bilinir. İşte bu kadar!
Halbuki o taş girişin arkasında tam bir hazine bulunmaktadır. Kimse bu hazinede neler bulunduğunu merak edip yolunu oraya düşürmemiştir. Seyyahların ve ziyaretçilerin isimleri kayıtlı olan defterden soracak olursanız, alacağınız cevap size İstanbulluların kadirşinaslığı ve sanata olan ilgisi hakkında bir fikir vermez.
Süleyman Nazif, bu acı gerçeği dile getirdikten sonra ben şimdi size bu ilim hazinesini ve mimarlık şaheserini gezdireceğim diyerek Koca Ragıp Paşa Kütüphanesi hakkında şu bilgileri veriyor:
Koska’daki bu taş binanın büyük kapısı Cuma ve bayram günleri hariç, her gün sabahtan akşama kadar açıktır. İçeri girerken bir şey dikkat çeker. Binanın yapılış tarihi olan 1176 H. yılından bugüne kadar geçen 167 yıl içinde tramvay caddesinin seviyesi yarım metreden fazla yükselmiştir. Vaktiyle sokaktan iki basamakla kapının eşiğine çıkılırken bugün birkaç basamakla inilmektedir. Araya girip, belirteyim, şimdilerde inilmesi gereken basamakların sayısı biraz daha artmıştır. İçerideki kapılardan birinin üstünde güzel bir ta’lik ile mealen şu Farsça beyit yazılıdır: “Biz kitap gibiyiz. Beyhude söz söylemeyiz. Sohbet edecek bir arkadaş gelmedikçe açılmayız!” Bu beyit muhtemelen kütüphanenin banisine aittir. Çünkü Ragıp Paşa’nın Farsçaya olan vukufiyetini divanındaki birkaç tahmis isbat etmektedir.
Süleyman Nazif, bu yazısıyla kütüphanenin özellikleri hakkında daha bir hayli bilgi verdiği gibi, o zamanki hafız-ı kütübü yani müdürü Ali Rıza Bey’in de tam bir ayaklı kütüphane olduğunu belirtiyor.
Bu vesileyle hatırlatmak istiyorum. Eskiden kütüphane görevlilerine kitapların muhafızı, yani koruyucusu, sorumlusu anlamında “hafız-ı kütüp” deniliyordu. Bildiğim kadarıyla Koca Ragıp Paşa Kütüphanesinin ilk hafız-ı kütübü de meşhur şair Haşmet’tir. Paşa ile aralarında geçen konuşmaların ve anlatılan fıkraların bazılarına kayıtlarda rastlanmaktadır. Merhum tarihçimiz Zeki Pakalın bunlardan birini şöyle naklediyor:
Ragıp Paşa bir gün ansızın kütüphanesine geliyor. Gerek kütüphaneyi, gerek kitapları toz toprak içinde görünce Haşmet’i yanına çağırıp, âferin efendi! Doğrusu, dünyada senin gibi emniyetli, vazifeşinas başka bir adam görmedim. Sana teslim edilen şeylere elini bile sürmemişsin!
Mademki Ramazan ayındayız. Paşayla Haşmet arasında geçen oruçla ilgili şu fıkrayı da nakledelim:
Koca Ragıp Paşa’nın konağında bir Ramazan oruçtan bahsediliyordu. Paşa, Haşmet’e soruyor. Haşmet, senin de borcun var mı? Cevap veriyor. Var, efendim. Paşa yine soruyor: Ne kadar? Haşmet, mahalle bakkalına bin kuruş, cevabını veriyor. Ragıp Paşa, be adam onu sormuyorum. Oruç borcunu soruyorum deyince Haşmet şu karşılığı veriyor:
- Paşam, oruç borcunu Cenab-ı Hak soracaktır, sizin sormanız gereken borç bakkal, manav borcudur.
Bu yazıyı şu hatırlatmayla bitirelim:
Âlim, şair ve kitabiyat bilgini Koca Ragıp Paşa’nın türbesi de kütüphanesinin içindedir.
Paşaya da, Haşmete de rahmet niyazıyla…
Koca Ragıp Paşa ve kütüphanesi | Dursun Gürlek (yenisafak.com)