Cihan hükümdarı Kanuni Sultan Süleyman’ın aynı zamanda güçlü bir şair olduğu ve “Muhibbi” mahlasıyla birbirinden güzel şiirler yazdığı öteden beri biliniyor. Bu büyük hükümdarımızın divanı daha sonraki yıllarda İkinci Mahmud’un kerimesi Âdile Sultan tarafından yayımlandı. Günümüzde ise, beyitlerinin açıklamalarıyla birkaç nüshası neşredildi. Divan Edebiyatıyla ülfeti ve ünsiyeti olanların ilgi duydukları şiir külliyatından biri de işte bu Muhibbi Divanı’dır.
Padişahın en çok bilinen ve dilden dile dolaşan şiirlerinden biri de “Halk içinde mûteber bir nesne yok devlet gibi / Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” beytidir. Muhteşem Süleyman, bu beytiyle en büyük devletin, en değerli nimetin sağlık olduğunu böyle veciz bir üslupla dile getiriyor. Bilmem ki belirtmeye gerek var mı, insan sıhhatli bir hayat yaşamanın kıymetini, rahat nefes almanın – bu bir tek nefes olsa bile – değerini hasta olunca biliyor. Ama unutmayalım ki hastalık da bir sabır imtihanıdır. Hatta ehli irfan bazı alimler hastalığı Allah’ın kullarına verdiği bir hediyedir diye tarif etmişlerdir. Cenab-ı Hak, hepimize hem dünyevi, hem uhrevi sağlık ve afiyet nasip eylesin.
Hastalık deyince ilk etapta akla hastane, ilaç, doktor ve hemşire geliyor. Hemşire ile doktor koordineli çalışıyor ama hasta doktordan ziyade hemşireye muhatap oluyor. Eğer hemşire görevini düzenli ve severek yaparsa, şefkatli hareket ederse, incitici ve endişe verici sözlerden ve davranışlardan uzak durursa hastanın tedavisine belki de katkıda bulunmuş olur. Memnuniyetle itiraf etmek isterim ki bir iki yıl önce yaşadığım üç yoğun bakımda da hep böyle gayretli ve güler yüzlü hemşirelerle karşılaştım.
Bu satırları yazmama, ömür boyu yaptığı Mesnevi sohbetleriyle, ilmi ve irfani yazılarıyla nice insanın manevi hastalığını tedavi eden merhum Tahirü’l – Mevlevi’nin “Müslümanlıkta İlk Hastahane ve İlk Hasta Bakıcı Kadın” başlığıyla yayımladığı bir yazı sebep oldu. 4 Haziran 1948 tarihli Sebilürreşad’da neşredilen bu makalede ifade edildiğine göre, meşhur mesnevihanımız, eski bir ülserin kanamasından dolayı çok zayıf düşüyor ve Tıp Fakültesi’nin Ord. Prof. Dr. Tevfik Sağlam idaresindeki iç hastalıkları kliniğine yatırılıyor. Kırk güne yakın bir süre için de orada kendine şefkatle ve nezaketle bakılıyor ve eski sağlığını tamamen elde ederek hastaneden çıkıyor. Başta muhterem Prof. Ekrem Şerif, Doktor Ali ve Doktor Nihat beylere, Hemşire Emine Hanım ile diğer hemşirelere gösterdikleri dikkat ve ihtimam dolayısıyla minnet ve şükranlarını arz ediyor.
Daha bitmedi, hastanedeyken hemşirelerden birine, “Müslümanlıkta ilk hasta bakıcı kimdir, biliyor musunuz?” diye bir soru yöneltiyor. Tabii ve haklı olarak hemşire bilmediğini söylüyor. Çünkü yerine göre çok önemli olan böyle ufak tefek şeylere ehemmiyet verilmiyor ve öğretilmediği için de bilinemiyor. Tahirü’l – Mevlevi, İslam tarihinde ilk hemşirenin Rüfeyde isminde bir hatun olduğunu söylüyor ve iyi olursam ona dair bir makale yazacağım diye kendine söz veriyor. O vaadini yerine getirmek için kaleme aldığı ve yukarıda tarihini verdiğim Sebilürreşad’da yayımladığı makaleyi sizin de ilgiyle okuyacağınızı tahmin ettiğim için aşağıya alıyorum.
“İslam’dan evvel Araplar gazveye yani harbe giderken bazen kadınlarını da götürürlerdi. Kadınlar, muhariplere (savaşanlara) su dağıtmak, onların yaralarını sarmak gibi hizmetlerde bulunurlardı. Yaptıkları tedavi basit olmakla beraber, oldukça sıhhi idi. Mesela hafifçe yaralara hasır yakıp külünü bastırırlar. Büyücek cerihaların kanını kaynar zeytinyağıyla dindirirlerdi.
Uhud bozgunluğunda yaralanmış olan Hazreti Peygamber’in mübarek yüzünden akan kan – Medine’den harp meydanına koşup gelmiş olan – Hazreti Fatıma tarafından yanmış hasır külü ile kestirilmiş. Yemame vak’asında bir eli düşürülmüş olan meşhur Ümmü Umare’nin bileği kaynak zeytinyağına bastırılmak suretiyle fışkıran kanı durdurulmuştu. Hülasa: Her Arap kadını bu gibi tedavi usullerini bilir ve icabında yapardı.
Hicretin ikinci senesinde vukua gelen Bedir Muharebesi’ne çıkılacağı sırada Ümmü Varaka, Resulullah’a müracaatla, mücahitlerin hizmetinde bulunmak üzere, birlikte gitmek için izin istedi ve:
- Belki bu vesile ile Allah bana da şehitlik nimetini ihsan eder, dedi.
Resul-ü Ekrem:
- Sen evinde otur. Allah sana o nimeti verecektir, buyurdu.
Hazreti Peygamber’in şu ihbarı dolayısıyla kendisine ‘şehide’ denilir ve hakkında hürmet gösterilirdi.
Ümmü Varaka, Hazreti Ömer’in hilafetine kadar yaşadı. Cenab-ı Faruk, ekseriya onu ziyarete gider ve duasını alırdı. Şehide’nin bir kölesi, bir de cariyesi vardı. Bunları müdebber etmiş, yani ‘ben öldükten sonra âzad olsunlar’ demişti.
Bu iki hain, bir an evvel hür olabilmek için hanımlarını öldürmeye karar verdiler ve bir gece boğdular. Ertesi gün, cinayet meydana çıktı. Cürümlerini itiraf eden katiller de Medine’de asıldılar.
Ümmü Varaka, hasta ve yaralı bakıcılığı hizmetinde bulunmayı en evvel istemişse de talebine Resulullah tarafından müsaade buyurulmadığı için, İslam’ın ilk hasta bakıcısı sayılamaz. Bu ünvanı asıl hak eden ve yine Medineli bulunan Rüfeyde isimli kadındır.
Hicretin beşinci senesi içinde idi ki, Kureyş ve Katafan kabilelerinden on bin kişilik bir kuvvet Medine üzerine yürümüştü. Bunlara karşı Selman-ı Farisi’nin tavsiyesiyle geniş bir hendek kazıldı. Muhacimler ( hücum eden düşman askerleri) hendeği görünce şaşırdılar. Çünkü bu yolda tahaffuz (kendini koruma) Araplarca âdet değildi. Gelenlerden bir kaçı atını zorlayıp hendeği atlamış ise de, ya öldürülmüş yahut kaçmaya mecbur edilmiş olduğundan iki taraf da ok atışmak suretiyle çarpışıyordu.
Hazreti Peygamber, Medine mescidinin içine bir çadır kurdurmuş, yaralıların tedavisi için kurulan o çadırı, Rüfeyde namındaki kadının idaresine bırakmıştı. İşte İslam’ın ilk hastahanesi ve ilk hasta bakıcısı…
Düşman tarafından atılan oklardan biri, Ensar’ın büyüklerinden Sa’d bin Muaz’ın koluna saplanmış ve ekhal denilen kalın damarını koparmıştı. Resulullah:
- Sa’d’ı, Rüfeyde’nin çadırına götürün, buyurdu. Götürdüler. Yarası Rüfeyde Hatun tarafından sarıldı ve o çadırda yatırıldı. Lakin kan bir türlü kesilmiyordu. Nihayet seyelân-ı dem, yani kanın durmayıp akışı dolayısıyla Hazreti Sa’d, şehiden vefat etti.
Bu çadır içinde Rüfeyde Hatun tarafından yarası sarılmış başkalarının da bulunması pek tabii ise de, isimleri tarihe geçmemiştir. Rüfeyde Hatun’un adı ve çadırı da Sa’d bin Muaz’ın yaralanması ve yarasının orada sarılması münasebetiyle kaydedilmiştir.”
Tahirü’l – Mevlevi hazretleri, Asr-ı Saadet’te vuku bulan bu ilgi çekici hadisenin kaynağını da Kitabü’l – İsabe, C.4 s. 301 ve 505 olarak veriyor. Bu vesileyle biz de İslam’da ilk hastaneyi ve bu mübarek kadının ismini öğrenmiş oluyoruz. Son söz olarak söyleyeyim. Tahirü’l – Mevlevi, sadece ünlü bir mesnevihan değildir, o aynı zamanda dört başı mamur bir İslam kültür tarihçisidir. Ayrıca edebiyat tarihçisi ve şair olarak da bilinmektedir. Rahle-i tedrisinde bulunmayı, sohbetlerinden feyiz almayı ne kadar isterdim bir bilseydiniz.. Eserlerini okumakla teselli bulduğumu itiraf edeyim.