Hukuk camiasının yakından tanıdığı üç isim vardır ki, bunlardan biri Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Onar, diğeri Ord. Prof. Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, öteki de Prof. Dr. Hüseyin Nail Kubalı’dır. Bunların üçü de yakın tarihimizin tam bir yüz karası olan 27 Mayıs 1960 askeri darbesinin -ne yazık ki- şakşakçılığını yapmışlardır. Bilmem ki belirtmeye gerek var mı, bu çirkin hareketleriyle de ilmi ve hukuki şahsiyetlerine leke sürdürmekten çekinmemişlerdir. Halbuki diğer bir hukuk âbidesi olan Ord. Prof. Dr. Ali Fuad Başgil, böyle bir zillete düşmemiş, canı pahasına da olsa darbecilere karşı gerekli tepkiyi göstermiş, hatta yurt dışına giderek onlar aleyhinde ve hukuku müdafaa sadedinde kitaplar bile yazmıştır. Adları geçen üç şahsiyet ise -bir kere daha belirtelim- darbecileri alkışlamakla hayatlarının en büyük hatasını işlemişlerdir.
Şimdi gelelim madalyonun öbür yüzüne. Bu üç ünlü hukukçu İstanbul Müftüsü ve Diyanet İşleri Başkanı merhum Ömer Nasuhi Bilmen’in 6 ciltlik âbidevi eserine ,“Hukuk-ı İslâmiyye ve Istılâhât-ı Fıkhiyye Kâmusu” isimli muhalled külliyatına birer takriz yazmaktan kendilerini alamıyorlar. Hocanın bu kıymetli çalışmasını öve öve bitiremiyorlar. Mesela Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Onar yazdığı önsözde şöyle diyor: “Geleceğin kanun koyucuları, hazırlayıcıları kanunları bu kitaptan çıkartacaklardır.” Devrin İstanbul Üniversitesi Rektörü olan Sıddık Sami, mukaddimesini şu cümlelerle bitiriyor:
“Asırlar ve kıtalar içinde, milletler ve medeniyetler arasında yayılmış muazzam bir hukuk manzumesini bugünkü nesillerin anlayabileceği bir şekilde ve toplu olarak ortaya koymak her ilim ve hukuk adamının yapabileceği bir iş değildir. Değerli âlimimiz ve müftümüz Ömer Nasuhi Bilmen büyük bir bilgi ve ihatanın, yorulmak bilmez bir mesainin mahsulü olan bu kıymetli eseriyle bu çok güç işi başarmış bulunuyorlar. Bugünün ve yarının hukukçuları, orijinal mukayeseli hukuk tetkiklerine, kanun vaz’ıları hazırlayacakları kanunlara esas olacak bilgileri bu değerli eserde bulacaklardır. Bu kitapla Türk Hukuk Edebiyatı kıymetli bir eser kazanmış bulunuyor. Üniversite böyle bir eseri neşriyatı arasında görmekle büyük bir haz ve memnuniyet duymaktadır. Eserin fazıl müellifini bu büyük başarısından dolayı tebrik ederken bu eserleriyle biz hukukçulara yapmış oldukları kıymetli yardımlarından dolayı şükranlarımı sunmayı da bir borç sayıyorum.”
Çok garip ve şaşırtıcı değil mi? Bu cümlelerle İslâm hukukuna methiyeler düzen aynı Sıddık Sami 27 Mayıs 1960 darbesi olur olmaz üniversitedeki mescidi kapatıyor ve Peyami Safa, köşesinde, bu yanlış icraatı eleştiren iki yazı yayımlıyor. Bizzat merhum Prof. Âsaf Ataseven’den duymuştum: Bu mescid, İbnülemin Mahmud Kemal Bey’in gayretiyle açılmıştır. Halbuki merhum İbnülemin, Sıddık Sami’nin rektör seçilmesi dolayısıyla şu beyti söylemişti:
Öğretenle öğrenen etsin düğün!
Oldu Sıddık Sami Bey rektör bugün!
Konuya devam edecek olursak, Hukuk Fakültesi Medeni Hukuk Ord. Profesörü Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu da bu kıymetli esere “Hukuk-ı İslâmiyye Kâmusu”nun niçin ve nasıl neşredildiğini anlatan bir takriz yazıyor ve sözlerini şu cümleyle bitiriyor: “Böyle muhalled bir eseri Türk hukuk âlemine ihda etmeye muvaffak oldukları için onun değerli ve muhterem müellifini bütün samimiyetimle tebrik ve kendilerine teşekkür etmeyi bir vazife bilirim.”
Şimdi sıra Prof. Dr. Hüseyin Nail Kubalı’ya geldi. Ondan iktibas yapmaya sütunum müsait olmadığı için vazgeçiyorum. Şu kadarını belirteyim ki Kubalı’nın takrizi de diğer iki meslektaşı gibi büyük önem arz ediyor, o da Ömer Nasuhi Bilmen’in bu muazzam eserine duyduğu takdiri dile getiriyor.
Ünlü hukukçumuz Kubalı üzerinde biraz daha durmak istiyorum. Bugünlerde Prof. Dr. Salih Tuğ hocamızın “Başıma Gelenler” adıyla yayımlanan hatıratını ilgiyle okuyorum. Tuğ Hoca, yakın ilişkilerinden dolayı en uzun bölümü merhum Muhammed Hamidullah’a ayırmış. Bu kısımda Hüseyin Nail Kubalı’nın Hamidullah Hocayla görüştüğünü de belirtiyor, ezcümle şöyle diyor:
“Hüseyin Nail Kubalı’nın bir ilmi istişare için ziyarete geldiğini biliyorum. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ndeki asistanlığım sırasında bir gün Hüseyin Nail Kubalı’yı gördüm. Hamidullah Hocayı ziyarete gelmişti. O ziyaretten sonra Hamidullah Hoca’nın İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi almanağında İslâm usul-i fıkhına dair bir makalesi çıktı. Makale mecmuadan ayrı olarak yayımlanmıştı. Hamidullah Hoca’nın bu yıllarda galiba iki makalesi çıktı. Kubalı’nın ziyareti, muhtemelen Hoca’nın bu konularda bilgisinin çok zengin olduğuna dair bir takım malumat kendisine ulaştıysa, ondan istifade etmek içindir.”
İbnülemin, Sıddık Sami’ye olduğu gibi, Hüseyin Nail Kubalı’nın Hukuk Fakültesi’ne dekan olması dolayısıyla onun hakkında da bir şiir yazıyor. 20 Haziran 1948’de kaleme alınan bu şiir,
“Oldu Nail Bey Hukuk’a baş dekan
Pek yakında olsa layıktır bakan”
beytiyle başlıyor.
İbnülemin Bey gibi son derece mütedeyyin ve muhafazakâr bir zatın onlar hakkında böyle övücü sözler söylemesini yadırgayanlar olabilir. Unutulmasın ki, bu büyük bilginimiz muazzam kütüphanesini bir takım tarihi eşya ve hat eserleriyle birlikte üniversiteye bağışlamıştı ve rektörler, dekanlar üstadın karşısında el pençe divan duruyorlardı.
Yukarıdan beri bu üç şahsiyetin artılarından bahsettik. Sıddık Sami ile Hıfzı Veldet’in artılarını başka bir yazıya bırakıp şimdi de Hüseyin Nail Kubalı’nın eksilerinden de söz edelim ki, bu yazı eksik kalmasın. Esefle ifade etmek gerekirse Kubalı da diğer iki meslektaşı gibi tam bir Menderes ve Demokrat Parti düşmanı idi. Bu hususta elimizde yeteri kadar delil var ama isterseniz biz rahmetli Ferruh Bozbeyli’ye kulak verelim. Demokrat Parti’nin kurucusu ve genel başkanı Sayın Ferruh Bozbeyli, Yassıada’da şahitlik yaptığı için hatıratında Kubalı’nın duruşmalar sırasındaki sözlerinden de bahsediyor. Buna göre, Anayasa Hukuku Profesörü Hüseyin Nail Kubalı, Yassıada’da şahitlik yapmak üzere Amerika’dan getiriliyor. Eliyle Demokrat Parti milletvekillerini gösteriyor ve Hâkim Bey, bunlar bu adamlar, hani bir hayvan vardır ya, kurda bağıra bağıra gider, işte bunlar da öyle gittiler, diyor. Bu olacak şey midir, dünyanın neresinde insanın yüzüne karşı hayvan denir. Ehl-i vukuf ise bilgisini dile getirir. Ehl-i vukuf olayı görmemiştir, müşahit değildir, ihtisasını söyler. Oysa Hüseyin Kubalı olayı hiç görmemiştir.
Aynı Kubalı bir de muhbirlik yapıyor. İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü 3. sınıf öğrencisi ve Kadıköy merkez vaizi Mehmet Çiçek, 11 Eylül Cuma günkü vaazında hilafet istediği iddiasıyla bu profesör tarafından ihbar ediliyor ve ilk sorgusundan hemen sonra tutuklanıyor ve Üsküdar Paşakapısı Cezaevinde hapsediliyor.
Bir tanıdığının cenaze merasimi dolayısıyla Kadıköy Osmanağa Camii’ne gelen ve namaz kılmayıp avluda bekleyen meşhur Anayasa Profesörü Kubalı, büyük bir gayretkeşlikle camide bulunan Cumhuriyet Başsavcısı ve diğer hukukçulara rağmen konuşmada suç görmüş ve vaizi şikâyet etmiştir. Bununla da yetinmeyen Kubalı, gerçekten rejimi tehdit eden büyük bir vak’a tespit etmişçesine birçok yere mektuplar yazmış, irtica ile mücadele davetiyeleri çıkarmış, ortalığı karıştırmaya çalışmıştır.
Bir hukuk profesörü olan ve Anayasa havariliğini kimseye bırakmayan Kubalı, ihbar ettiği vaiz Mehmet Çiçek’in Memurin Muhakematı Kanunu’na göre yargılanması gerektiğini bilmezden gelerek tevkifinde istical göstermiştir. (Acele davranmıştır.) Diğer taraftan Kadıköy Savcısı, Rıfat Aslanoğlu da, vaizlerin devlet memuru olduğunu bilmediğini söylemiş, verilen tevkif kararını haklı göstermeye çalışmıştır. Bu itiraf yalan değilse Türk adliyesi için bir züldür. Mehmet Çiçek’in devlet memurluğu vasfının göz önüne alınmadan tutuklanması, bütün devlet memurlarını haklı bir endişeye sevk etti. Bu konudaki ayrıntılı bilgiler 15 Ekim 1968 tarihli “İslâm Medeniyeti Mecmuası”nda bulunmaktadır.
Böyle çelişkili ve üzücü olayların sayısı bizde o kadar fazla ki, Fransız yazar Alexis Carrel gibi, “İnsan, Bu Meçhul” demekten kendimizi alamıyoruz.
https://www.yenisafak.com/yazarlar/dursun-gurlek/insan-bu-mechul-4655979