DURSUN GÜRLEK - EDEBİYAT DÜNYAMIZIN PIRLANTA İSMİ MUALLİM NACİ

DURSUN GÜRLEK - EDEBİYAT DÜNYAMIZIN PIRLANTA İSMİ MUALLİM NACİ

DURSUN GÜRLEK - EDEBİYAT DÜNYAMIZIN PIRLANTA İSMİ MUALLİM NACİ


Cağaloğlu Yokuşu’nu çıktıktan sonra Çemberlitaş’a doğru yürümek istiyorsanız ışıklardan sağa dönmeniz gerekiyor. Daha ilk adımda Sultan İkinci Mahmut Türbesi’yle karşılaşıyorsunuz. Bu türbede adı geçen padişahın yanı sıra Sultan Abdülaziz’le Ulu Hakan Abdülhamid Han da medfun bulunuyor. Türbenin yanı başındaki tarihi hazirede ise, âlimlerin, şairlerin yanı sıra Osmanlı devlet ricalinin kabirlerine de rastlıyoruz.

Boğaziçi’ndeki yalısıyla hatırlayabildiğimiz Said Halim Paşa burada yatıyor. Osmanlı’nın son döneminde Trabzon’da, Ankara’da, Sivas’ta, Diyarbakır’da, Adana’da valilik görevinde bulunan, ayrıca birtakım dini eserler kaleme almak suretiyle büyük bir İslam âlimi olduğunu da ispat eden Sırrı Paşa da, Said Halim Paşa’nın hemen yanı başındaki mezarında ebedi uykusunu uyuyor. Unutmadan söyleyeyim, son devrin büyük yazı ustası Hattat Hamid tarafından yazılan ve Said Halim Paşa’nın kabir taşını süsleyen Besmele-i Şerif bugün de ziyaretçilerin gözlerini ziynetlendiriyor.

Sadece Osmanlı devlet adamlarının mı, aynı dönemin ediplerinden ve şairlerinden bazılarının kabirleri de -keza- aynı hazirede yer alıyor. Ziya Gökalp ve Muallim Naci de İkinci Mahmud Haziresi’nde yatıyor. İtiraf edeyim ki, benim ilgimi daha çok Muallim Naci çekiyor. Ne zaman bu tarihi hazireye yolum düşse kabir taşındaki yazıyla beraber Fatiha’mı da okuyorum.

 

Bu satırları 130. ölüm yıl dönümü dolayısıyla kaleme alıyorum. Edebiyatımızın pırlanta isimlerinden Muallim Naci 12 Nisan 1893 tarihinde Ramazan ayının son günlerinden birinde vefat etti. 2023 yılının Nisanını ve tabii ki mübarek Ramazan ayının son haftasını yaşadığımıza göre içinde bulunduğumuz zaman dilimi merhumun seneidevriyesi oluyor. Bu vesileyle değerli edibimizi biraz daha yakından tanımaya çalışalım:

Muallim Naci, maalesef bugün unutuldu ama yaşadığı devirde büyük bir şöhret kazanmıştı. Dolayısıyla onu da meçhul meşhurlar kafilesine katabiliriz. O zamanlar İstanbul’un bütün aydınları onun peşine düşüyor yazılarını yayımladığı “Tercümân-ı Hakikat” matbaasına koşuyordu. Bu gazetenin sahibi olan meşhur Ahmet Mithat Efendi, Muallim Naci’den o kadar hoşlandı ki, yalnız gazetesinin edebiyat sayfasını ona tahsis etmekle yetinmedi, kızıyla da evlendirerek Naci’yi kendisine damat yaptı.

Naci, adı geçen gazeteden ayrıldıktan sonra Saadet gazetesinin yazı işleri müdürlüğüne getirildi. Bu arada Batı edebiyatından seçtiği bazı parçaları tercüme ederek yayımladı. Emil Zola’nın bir romanını çevirmeye başladı ama araya giren bazı engeller dolayısıyla bitiremedi. Mekteb-i Sultanî ve Mekteb-i Hukuk’ta muallimlik yaptı. Ertuğrul Gazi zamanındaki tarihi hadiseleri içine alan manzumenin Sultan Abdülhamid’e takdim edilmesi üzerine maaşı yükseltildi. Ayrıca “Osmanlı Vak’anüvisi” unvanını aldı. Çeşitli nişanlarla ve rütbelerle taltif edildi. Kabir taşındaki yazıda Osmanlı vak’anüvisi olduğu ayrıca belirtiliyor.

 

Bu göreve getirildiği günden beri bütün zamanını okuyarak ve yazarak geçiriyordu. Bazen kayınpederi Ahmet Mithat Efendi’nin Beykoz civarındaki Akbaba’da bulunan çiftliğine gidiyor, orada geçirdiği günlerden büyük bir zevk alıyordu. Bir ara çok sevdiği arkadaşı, Kefevi Tekkesi’nin postnişini Şeyh Vasfi Efendi hazretleriyle birlikte Bursa’ya gitti. İstanbul’a döndükten sonra hemen Gül Camii’nin yakınında bulunan evinden taşındı.

Kış geceleri, Fatih müderrislerinden Hoca Musa Kâzım hazretlerinden “İlm-i Kelâm”, “Şerh-i Mevâkıf”, “Mir’ât” okumaya başladı. Ramazan’ın başından beri Mithat Efendi de misafir olarak yanında bulunduğu için kitap okuyarak, karşılıklı sorular sorup cevaplar vererek geceleri ihya ediyorlardı. Naci, Ramazan’ın yirmisine doğru vücudunda bir rahatsızlık, kalbinde hafif bir sancı hissetmeye başlamış ama bunu o kadar önemsememişti. Ramazan’ın yirmi beşinci çarşamba gecesi, sabaha kadar şiddetli acılar içinde kıvrandığı için gündüz hemen bir doktor çağırttırmış, verdiği ilaçları kullanmaya başlamıştı.

O gece büyük bir ıstırap çektiği sırada karısının üzüldüğünü görünce konuyla ilgili âyeti okumuş, “Müslüman ölümden korkmayacak kadar iman sahibi kimsedir!” diyerek zavallı kadını teselli etmişti. Aynı gün kardeşi Mehmet Selim Efendi’yi yanına çağırtarak konuşmuş, bazı ev işlerinin yerine getirilmesini istemişti. İkindiye doğru vücudunda bir üşüme, bir gevşeklik hissettiği için karyolaya uzanmış, iftar vaktinin yaklaşması üzerine karısı aşağı inmiş, uyuduğunu zannederek kimse yanına girmemişti.

 

Ahmet Mithat Efendi, damadının yemeğe inmesi için kızını yukarı gönderir. Bir iki dakika sonra ortalığı kaplayan canhıraş bir feryat, ev halkını mateme boğar. Naci, döşeğinde ölü bulunur. Yapılan muayene neticesinde büyük şairin, uyku sırasında maruz kaldığı şiddetli bir kalp çarpıntısından vefat ettiği anlaşılır.

Bu acı haber karşısında son derece üzülen Sultan Abdülhamid Han cenaze masraflarının Hazine-i Hassa’dan ödenmesini emreder. Muallim Naci, Sultan Mahmud Türbesi’nin haziresine gömülür. Mezarında kendi eseri olan şu beyit yazılıdır:

“Hakperestim arz-ı ihlâs ettiğim dergâh bir

 

Bir nefes Tevhid’den ayrılmadım Allah bir!”

Ziyâret etmek isteyen okuyucularımıza faydalı olabilmek için tam yerini şöyle tarif edebilirim: Merhumun kabri, hazireye Cağaloğlu tarafındaki kapısından girince hemen sağ köşede bulunuyor.

Burada okuyucularıma bir hatırlatmada daha bulunayım. “Yeni Sanat” dergisinin Kasım 1974 tarihli 8. sayısı Muallim Naci Özel Sayısı olarak yayımlandı. Bu nüshada Mustafa Miyasoğlu, Abdullah Uçman, Nezihi Ferhun, Galip Boztoprak, Ali Nar, Mustafa Özer, Recep Duymaz gibi isimlerin merhumla ilgili yazıları bulunduğu gibi bazı şiirlerine de yer veriliyor. Cemil Meriç’in, Muallim Naci ile alâkalı olarak kendisine yöneltilen sorulara verdiği cevaplar ise zevkle okunuyor. Meriç mülâkatı şu sözlerle bitiriyor:

 

“Naci, edebiyatımızın büyük direklerinden biridir. Tefekkürün bütün sahalarında dalgalanmış hoca. Genç yaşta ölümü memleket irfânı için büyük bir kayıp olmuştur. Yolundan mutlaka gitmek, dile, daha doğrusu kelâma kazandırdığı haysiyeti unutmamak ve bilhassa kendimize, yani Doğu-İslâm medeniyetine gereken şuuru, alâkayı göstermek, Batı irfânının taarruzu karşısında hisarlarımızı inşa etmek Naci’den alacağımız en büyük derslerdir. Hepimiz Naci’nin bir parça talebesiyiz. Eserlerini yeniden basmak ve ölümün yarıda bıraktığı işi, vazifeyi yüklenmekle, bu şerefli mirasa lâyık olacağımızı kuvvetle ümit ediyorum.”

Mübârek Ramazan, ayının bir akşamında, iftara beş kala, Rahmet-i Rahmân’a kavuşan Muallim Naci Efendi’yi bu ölüm yıl dönümünde ben de rahmetle anıyorum ve onun şu hârika Na’t-ı Şerîfi’ni -teberrüken- aşağıya alıyorum:

 

“Arz-ı ta’zim eylemez mi âlem-i imkân sana

 

Arz-ı ta’zim etti Allah-ü Azîmüşşân sana

Nûr-u imândır nücûmundan demâdem berk uran

Âsmân etmiş hezârân kalb ile imân sana

 

Fazl-ı bî-pâyânının bürhân-ı bî-pâyânı var

Var mı ulviyyât içinde olmayan bürhân sana

Hüsn-ü Kur’ân’ı görür insan, olur hayrân sana

 

Dest-i kudretle yazılmış Hilye’dir Kur’ân sana

Dil, esirin olduğu günden beri âzâdedir

Mâsivâya bağlanır mı bağlanan vicdân sana”